24 Temmuz 2012 Salı

Little Miss Sunburn!

Meric and I literally burned ourselves this weekend. I don't remember the last time I felt so miserable. My skin is red, itchy, dry, rough, burning! All at the same time. We move like a RoboCop couple at home, avoiding any sort of physical contact! I can't believe how on earth I could make such a mistake... I have allergy to a thousand things and sun is not an exception. All my life I've put on at least 30 SPF sun-protection cream on the beach, kept myself under shade and avoided sun bathing as much as possible.

But this weekend apparently I had a short time memory loss!! I used just a 15 SPF sun cream before we left for the beach. Although from previous painful experiences I know salty water invites dreadful sun burns, I didn't bother looking for a shower after swimming. And as if that was not enough I put on sun cream only once after swimming and only on my front body. Then I lied prone on my towel and fell asleep in that position! Why Why Why?!! I keep asking myself! Did I suppose after I was able to have my ears pierced, I got suddenly immune to any kind of allergy??!  Did I assume the sun in New York does not burn? Did I believe Atlantic Ocean has no salt in it? Or did I forget all about those painful sun burn memories?

No clue.... I just know  I couldn't go to work yesterday because I couldn't move! It is as if somebody ironed me on the back! Or somebody is putting a thousand needles on my shoulders, my legs and my feet!

I wish I could write here some happy, fun memories from Sunday.. Like how much I enjoyed the waves in the sea, the lovely weather, the peaceful sleep on the beach (argghhhh that sleep!) or how happy I was to see Chesley after a long time. But I don't have the motivation to talk about any of those, all I can think of now is how stupid I am!

Anyway here are some photos from the beach. Maybe later they help me recall the good memories, after my pain relieves... Hopefully! 


19 Temmuz 2012 Perşembe

Ates Dustugu Yeri Yakar

Amerika'da filmlerde gormeye alisik oldugumuz o sari okul otobuslerini her yerde gorebilirsiniz. Bu otobuslerden birine bir ogrenci binerken veya inerken otobusun yan tarafindan kirmizi bir stop isareti kalkiyor. Cocuk sagsalim arabadan inene veya arabaya binene kadar bu isaret havada kaliyor, ve bu esnada yoldaki tum araclar olduklari yerde kaliyorlar.

Bugun sokakta yururken bir okul otobusunun bir evin onunde durdugunu gordum. Dur isaretini kaldirdiginda abartmiyorum 30 metre otedeki arabalar dahi sanki zaman durmus gibi olduklari yerde 5 dakika boyunca kaldilar. Ne zaman ki otobusun tabelasi asagi indi ve kirmizi isiklar sondu, o zaman trafik kaldigi yerden akmaya devam etti. Bu aslinda cok basit ve uygulanabilir bir kural degil mi? Ehliyet sinavinda olmazsa olmaz bilmeniz gereken kurallardan biri buymus. Zaten ne kadar onemli oldugu kurala uymayanlara uygulanan yaptirimlardan da belli. Kurala uymadiginizda para cezasinin yaninda bir sureligine ehliyetinizden de oluyorsunuz, dikkatinizi cekerim ortada hic bir kaza olmasa dahi...


Bugun sahit oldugum bu olay bana ister istemez gecen gun gazetelerde okudugum Feneryolu tren istasyonundaki korkunc kazayi hatirlatti. Bir anne bebek arabasiyla vagona binmeye calisiyor, tren kapisi bebek arabasinin ustune kapaninca kadin arabanin kolunu birakmadigi icin raylara dusuyor ve hareket eden trenin altinda hayatini kaybediyor. Bu bahsettigim iki olay birbirinden farkli gozukse de, bence ikisi de ayni soruya cevap veriyor: Bir ulkede insan hayatina ne kadar onem veriliyor?

Oncelikle sunu soyleyim. Kendimi hic bir zaman Turkiye'deki her turlu uygulamaya muhalif, Bati'nin yaptigi her seye hayran, ve Turkiye'yi elestirmek icin bahane arayan biri olarak gormedim. Sadece vicdanimin sizladigi, icimin parcalandigi bu gibi durumlarda kendimi magdur insanlarin yerine koyup nutkum tutuldugunda, bogazima bir sey dugumlendiginde kendimi ulkemdeki duzene delicesine isyan ederken buluyorum. Insan hayatinin bu kadar ucuz olmasini aklim almiyor. TCDD'nin "kadinin bebek arabasinin kolunu birakmak istememesi olumune sebep olmustur" aciklamasinin o ailenin acisini nasil daglayacagini, nasil bir caresizlige ve nefrete surukleyecegini dusunup cildiriyorum.

Ates dustugu yeri yakar. Birbirimizin acisini kendi acimizmis gibi hissedebilseydik basimiza tedbirsizlikten dolayi gelen kazalarin buyuk bir kismini muhtemelen engellemis olurduk. Ama en azindan insan olarak empati kurma gibi bir yetimiz var. Insanlarin basina gelen olaylardan sonra sacmasapan aciklamalar yapip, bir canin ne kadar edecegini hesaplayip, anlamsiz tazminatlar odeyecegimize bu trajedilerin olmasini engelleyecek duzenlemeler getirmek, insan caninin soz konusu oldugu yerde en agir yaptirimlari uygulamak bu kadar zor olmamali.. Ve biz boyle olaylara isyan ettigimizle kalmamaliyiz..

13 Temmuz 2012 Cuma

Oturmaya mi geldik

Bunaltici sicaklar bastirdigindan beri once off puf diyerek aksam kosularima devam etmeye calistim. Bir sure sonra haftada dort kosu dustu haftada ikiye; sonra aman off nefes alamiyorum, yarin sabah 6'da kalkar, sabah serinliginde kosarimlar basladi, zaten o noktadan sonra haftada iki kosu oldu haftada sifir!

Hayatimdan sporu cikarmami avuclarini ovusturarak bekleyen kilolarim bu firsati kacirmayip hemen taarruza gectiler tabii. Baktim bu gidisin sonu iyi degil, gozumun onunde bir bucuk ay sonra Turkiye'de maruz kalabilecegim "ay Amerika yaramis Aycacigimmm" tarzi sahneler canlaniyor, spor salonuna yazilma fikrini acil gundeme getirdim. Gundeme getirdim dediysem, hadi hemen spor salonuna yazilalim, cok guzel olacak, super fit olacagiz, oh mis! seklinde bir emrivakiden bahsediyorum...

Once bizim eve yirmi dakika mesafede bir salona gittik. Oradaki cocuk bir hafta ucretsiz deneme hakkiniz var deyince, her ne kadar icimdeki bilmis ama aptal bir ses "spor salonunun nesini deniycem canim kosu bandi, bisiklet her yerde ayni iste, temiz olsun yeter.." diye vidi vidi yapsa da, son anda duymazliktan gelip, test surusunu kabul ettim.

Salonu ilk kullandigimiz gece saat 9 bucuk civariydi. Ilk gozume carpan kadin/erkek oranindaki dengesizlik oldu, 2'ye 25.. Hadi gozum beni yaniltmis olsun, 2'ye 20 diyelim. Bu arada salonda bana eslik eden diger hemcinsim abarti makyaji ve oldukca iddiali, dekolte spor kiyafetiyle ayri kulvarlarda oldugumuzu cok net ortaya koyuyordu. "Herhalde gec oldu diye boyle..." diyerek Polyanna tavrimi takindim once. Ikinci gelisimizi bir iki saat daha erkene denk getirdik. Ama yine belden yukarilarindaki balonlar sayesinde her an tavana yukselecekmis hissi veren erkeklerin sayisi yirmiyi gecerken, ben ve yurume bandinda tingir mingir yuruyen yasli bir teyze ortamdaki kadin sayisini ikiden yukari cekemedik. Bu sefer aman canim kimsenin donup baktigi yok, hepsi erkek olsa noolur, rahatsiz etmedikleri surece... diyerek iyimserlikte ikinci asamaya gecmistim ki ertesi gun Emre'nin "sizin eve daha yakin baska bir gym daha var, orasi daha guzel bir yere benziyor" demesiyle kendimi ilk firsatta diger salona kayit olurken buldum!


Bu yeni salona bayildim! Burasiyla aniden bir gonul bagi kurmus olmamda referans olarak testesteron seviyesi tavan yapmis olan ilk salonu almamin da etkisi olmustur mutlaka. Her biri bir kazan ispanak yemis Temel Reislerin asik attigi diger salona gore burasi ayda sadece $10 daha fazla aliyor ve bizim evden sadece 10 dakika yurume mesafesi. Ayrica fitness salonunu sinirsiz kullanmak disinda her gun farkli farkli grup egzersizlerine de katilma imkani sagliyor. Ve en guzeli, kucuk capli bir kadin hareketi baslatacak kadar bir kadin nufusu her daim salonda mevcut... Oh be...

Kayit oldugum ilk haftanin gazi ve heyecaniyla son dort gunde uc kere gittim salona! Resepsiyondaki cocuk coktan "ya parasini cikarmaya calisiyor ya da spor bagimlisi yazik" diye dusunmeye baslamis olabilir. Ama spor salonundaki aletler o kadar eglenceli ki bir onceki salonu gormeye gittigimizde "deneyecek ne var canim" diyen ic sesime kizilcilik sopasiyla dalmak istiyorum. Neyse ki kendimi ciddiye alip oraya ilk seferde kayit olmadim!

Dun ilk defa bir Zumba sinifina gittim. Bu zumba denen sey son yillarda pek bir moda oldu. Ben zumbanin, aerobik diyince aklina Jane Fonda, Hulya Avsar tarzi fosforlu mayolar, spor bandindan fiskiran permali saclar, ve 80'lerin dim tis dim tis disko muzikleri gelen kayip bir nesli spor salonuna geri cekmek icin icat edildigini dusunuyorum. Zumba dersinden sonra benim aerobige bakis acim resetlendi mesela. Kipir kipir latin muzikleriyle onumde bir esneklik abidesi olarak kalcalarini bir o yana bir bu yana savuran hocamizi izleyip ayak uydurmaya calisirken bir an onu Jennifer Lopez kendimi de Lopez'in ekibine torpille girmis bir dansci gibi hissettim. Kareografiyi anlayip hocaya bakmadan bir iki figuru kotarinca, insan vayyy bee icimdeki Latin uyandi diye aklindan gecirebiliyor. Yine de basari sarhosu olmayacagim, disiplinimi bozmayacagim, her gun daha cok calisip bir gun Jennifer Lopez olmasa da Thalia'nin arkasinda dansedebilme umuduyla zumba derslerine devam edecegim. (Thalia'nin kim oldugunu unutmus olanlar icin buyrunuz ufak bir hatirlatma)

Son olarak zumba dersini yarida kesip siz oynamaya devam edin ben blogum icin cekim yapacagim diyemedigim icin yazimi internetten asirdigim bir zumba videosuyla susluyorum. Yalniz biz disaridan boyle mi gozukuyorduk ondan pek emin degilim :)



6 Temmuz 2012 Cuma

4 Temmuz Kutlamalari Nasil Abartilir?

Amerika'nin 4 Temmuz kutlamalarini abartacagini tahmin ediyordum ama bu kadar buyuk bir govde gosterisi beklemiyordum! Amerika'nin en buyuk alisveris magazalarindan biri olan Macy's 36 senedir 4 Temmuz kutlamalari icin Hudson Nehri'nin uzerinde havai fisek gosterileri duzenliyormus.

Simdi havai fisek gosterisi deyince benim aklima bazi yaz aksamlari bizim Maltepe'deki evin mutfak camindan gordugumuz, sahildeki dugunler icin atilan uc bes dakikalik gosteriler geliyor haliyle. Annem havai fisek patlamasini her duydugunda heyecanlanir, fisekler her renk degistirdiginde ovvvv bu cok guzel, ayyyy bu en guzeli diyerek camdan izlerdi. Dunku havai fisekleri izlerken bunu gorse heyecanini nasil ifade ederdi acaba diye dusunmedim degil.

Gun icinde gosteriye gidip gitmemek konusunda cok kararsiz kalip trene on dakika kala gitmeye karar vermemiz ve apar topar kendimizi disari atmamiz takdir edilesiydi. O telasla fotograf makinesinin pillerini kontrol etmemem, ve Manhattan'a indigimizde bos oldugunu farketmem ise kelimenin tam anlamiyla trajikti. Neyse ki yanimda iPod vardi da onunla iki uc parca bir sey cekebildik.

Havai fisek gosterileri Manhattan'in bati kiyisindaki Hudson Nehri'nde dort ayri noktada yapiliyor. Nehrin kiyisina 100-150 metre kala polislerin sokaklari bariyerlerle kapattigini ve insanlari daracik bir kapidan teker teker aldiklarini gorduk. Basta can sikici bir uygulama gibi gozukse de izdihami engellemek icin yapildigini dusununce insan cok da sikayet edemiyor. Her zamanki zihniyetle bu kadar yol geldik sansimizi deneyelim diyerek bariyerlerin onundeki onlarca kisiyle birlikte beklemeye koyulduk.

Sokaga girdigimizde gordugum manzara bana insanlarin bu olayi ne kadar ciddiye aldiklarini dusundurdu direk... Bazilari portatif sandalyelerini acmis, cocuklarini kucagina almis; bazilari piknik ortulerini yere sermis, yanlarina yiyeceklerini depolamis, bazilari da bizim gibi aceleden icecek bir sey almayi bile akil edememis, elinde kamerasi/telefonu her haliyle turist oldugunu belli ederek gosterilerin baslamasini bekliyordu. On bes dakika sonra Amerikan bayragi rengindeki ilk fiseklerle birlikte sov basladi.

Asagidaki amator cekim bize ait, gosterinin sonuna dogru fiseklerin nasil costugunu gorebilirsiniz. Onun altindaki videoyu YouTube'da buldum. Orada fiseklerin renkleri, ihtisami daha net belli oluyor. Yaklasik bir kirk dakika alkislar, isliklar, U -S -A cigliklari arasinda surdu gosteri. Daha sonra vatanseverlik katsayisi oldukca yukselmis bir insan seli ile birlikte trafigi felc ederek, ve muhtemelen soforlerden bin bir turlu beddua isiterek, sehrin sokaklarina dagildik.








5 Temmuz 2012 Perşembe

Uzun lafin kisasi...

Su aralar kisa oykulere sardim. Is cikisi tren istasyonuna kadar yirmi dakikalik bir yuruyusum var. Gecenlerde yururken uzun zamandir dinlemedigim bir podcasti yeniden kesfettim: "Selected Shorts". Cumartesi aksamlari Amerika'nin onde gelen aktor ve aktrisleri klasik veya cagdas kisa oykuleri sahnede seslendiriyorlar. Program ayni zamanda radyodan (WNYC) canli yayinlaniyor. Her program icin belli bir baslik altinda iki uc oyku seciliyor ve yaklasik bir saatlik bir dinleti sunuluyor. Cumartesi gecesi dinleme firsatiniz yoksa bir onceki haftanin programina suradan ulasabiliyorsunuz. Ya da iTunes'da arattirip, podcastine uye olarak programlari duzenli olarak takip edebilirsiniz. Tabii ki her oyku, her seslendirme ayni olcude carpici degil. Bazen vasat bir oyku seslendirenin olaganustu yetenegi ile cok farkli bir deneyim yasatabiliyor. Ya da guzel bir oyku monoton bir okumaya kurban gidip hakettigi etkiyi birakamayabiliyor. Ama eger ki oykunun dili, okuyucunun performansi, bir de dinlerken ki modunuz uyumlu ise o zaman dort dortluk bir keyif oluyor..

Bu programda dinledigim ve etkilendigim birkac oyku beni uzun bir aradan sonra tekrar oyku kitaplarina yonlendirdi. Ilk olarak Lynbrook kutuphanesinden Raymond Carver'in Short Cuts adli oyku kitabini aldim.Yazar kitapta genel olarak toplumun alt ve orta tabakasindan insanlarin hayatlarini anlatmis. Diyaloglarin gucu, karakterlerin tavir ve davranislarindaki ani kirilimlar, hic beklenmedik bir anda gelen carpici sonlar... Kisaca oykuler kisa oykulerden bekleneni fazlasiyla karsiliyor. Yalniz simdiden uyarayim oykuler biraz karamsar. Hemen hemen her oykude ya bir huzun, ya bir trajedi ya da bir mutsuzluk var (O yuzden mi bira esliginde okuyorsun kitabi diyebilirsiniz, ondan degil, resmi cektigim gun hava cok sicakti, soguk bir biraya hayir diyemedim). Baktim her oykuden sonra bana bir durgunluk gelmeye basladi, kitabi yatmadan once okumaya basladim. Ozet olarak, oyku sevgimi percinlestirdigi icin sevdim kitabi.



Raymond Carver'in ardindan taa Turkiye'den gelen ve Mericle benim adima imzalanmis oldugu icin ayri bir onemi olan Cemil Kavukcu'nun Uzak Noktalara Dogru adli oyku kitabini okudum. Bu kitaba tam anlamiyla bayildim! Kitaptaki oykulerin her biri kendi icinde ayri bir oyku ozelligini tasisa da hepsini bir butun olarak da okuyabilirsiniz. Cemil Kavukcu'nun hafif esprili, icten, akici, zaman zaman huzunlu harika bir anlatimi var. En sevdigim oykulerden kisa olan birini dayanamadim bloga yazdim, okumak isteyenleri buyrun suraya alayim :) Tadi damaginizda kalan, okurken neselendiren, sonunda azicik icinizi burkan bir oyku...


Oyku hevesim tam gaz devam ediyor. Su anda blogumu Lynbrook kutuphanesinde yaziyorum. Farkli ulkelerin yazarlarindan cagdas kisa oykuler iceren bir antoloji buldum, az sonra onu alip evin yolunu tutucam. Bakalim bu sefer ne gibi oykuler bekliyor beni, merakla bekliyorum...

Not: Bu arada oyku kitabi onerisi olanlar varsa duymayi cok isterim...
 


"Susunuz Kuslar Susunuz"


 

     Yabancisi olmadigim bir icki masasinda, Sari'nin yani basinda, S.'nin karsisinda oturuyorum. Dinliyor, dinliyor, guluyorum. Bu gecenin serefine, diyorlar. Nasil bir serefin uygun goruldugunu tam olarak bilmedigim gece icin raki dolu kadehimi (bir cay bardagi bu) kaldiriyorum. Cok guzel arkadaslarim, iyi gidiyorsunuz. Beni utandirmadiniz. Sandalyeye coker cokmez bir seyler sordunuz, abuk sabuk konular actiniz da beni sikintidan kurtardiniz. Cekingenimdir bilirsiniz. Hele boyle ortamlarda... Simdi muzik calin, bir seyler yapmaniz gerek cunku. Boyle odun gibi durmamalisiniz.

     Mutfaktan bardak bardak parfum kokusu uzatiyor, tanimadigim birtakim kizlar. Biz bu geceler icin yaratilmisiz, diyorlar kulagima usulca. Cok guzel, diyorum. Arkada, karanlik bir koseden, biz bu gecelerde karanlik koselere cekilip dertli pozlar takinmak icin yaratilmisiz, diyen basibozuk sesler duyuyorum. Fisildasanlar da var. Arada kahkahalar patliyor.

     Bu bir avlu muharebesi mi, diyorum, bu agustos ayinda, boyle bir cumartesi gecesinde...
     Guluyorlar. Biri agzima kocaman bir dilim kavun sokusturuyor, bir baskasi catalin ucundaki peyniri uzatiyor. Bosalan bardagima raki dolduruyorlar.
     Kambur kadin gozunuze carpti mi? (Su muzigi kisar misiniz) Mutlaka gormussunuzdur, tul perdenin ardindan dans edenlere bakiyordu.
     Sen onu bosver, diyorlar, bu gecenin serefine!
     Yarasin.
     Sesi bozuk birinin (yani basimdaki Sari da olabilir) miriltiyla basladigi sarki, duzensiz bir koroya donusuveriyor:
 
     susunuz kuslar susunuz
     otmeyin ne olursunuz 

     Kambur kadin, tulu aralayip bana bakti, diyorum.
     Bos ver, diyorlar bir agizdan. Tempo tutarak: Bos-ver... Bos ver...
     Taratora bulanmis ekmek sokusturuyor bir agzima, bir baskasi acili ezme...
     Sen de dansa kalkmalisin, diyorlar.
     Neden?
     Cunku bir dugundeyiz. Dans etmezsen ayip olur.
     Kimin dugunu?
     Onemli mi, diyorlar. Hadi bak her seyi ayarladik; yalnizca kucuk bir bas devinimiyle onu selamlayip dansa buyur edeceksin.
     Yapamam, diyorum, hem ben dans etmesini bilmem ki!
     Serefine! Bu gecenin serefine!

     Biri kofte sokusturuyor agzima, bir ekmek tikiyor, bir baskasi cacik uzatiyor. Oksurmeye baslayinca sirtima vuruyorlar: Helal! Helal! Helal!
     Sarardin, diyorlar.
     Bilirsiniz, yuzum oldum olasi saridir, diyorum. Dilim pelte pelte, konusmakta gucluk cekiyorum. Kafam da daginik. Ustelik basim donuyor. Kalkmaya yelteniyorum. Omzumdan bastirip oturtuyorlar.
     Artik gideyim, kotuyum.
     Biz seni gotururuz.
     Koluma giriyorlar. Sozcukleri yuvarlaya yuvarlaya soruyorum:
     Bir avlu muharebesi miydi?
     Yok, diyorlar, bir dugundu.
  
      Saatler sonra, gozlerimi genis bir yatakta aciyorum. Ilk duyumsadigim, siddetli bir bas agrisi; sonra da, yatakta yalniz olmadigim. Yanimda, dizlerini karnina dogru cekmis bir cocuk gibi, kambur kadin uyuyor. Yatagin karsisindaki duvarda ise, bir civinin ucunda, ozenle askiya asilmis gelinligi goruyorum.
     

3 Temmuz 2012 Salı

"Baska dilde ask"

Bugune kadar ayni muzeye birden fazla gittigimde yanimda mutlaka ya bir turist arkadasim ya da Egitim Gonulluleri'ndeki cocuklarim olurdu... Bir keresinde mastirdan bir arkadasim Istanbul'a ziyaretime geldiginde bu isin bana pahaliya patlayacagini anlayip muze karti cikarttirmistim. Ama nedense o karti hic tek basima kullanmak nasip olmadi.


Turist rehberi kimligimi bir kenara birakip benim New York'a ilk turistik gelisim ise 2010'a denk geliyor. Sansima baharin hakkini veren bir Mayis ayiydi. Gunesli, hafif ilik, insani sokaklara, parklara cagiran bir Mayis. Guzel havanin cazibesine direnebildigimiz bir gun gezi planimiza Metropolitan Muzesi'ni ekledik. Muzenin onundeki genis merdivenlerden ilk cikisimi, giriste antik Yunan yapilarini andiran kolonlarin arasindan gecisimizi; yuksek tavanli, los resepsiyonda etrafi icime sindirmek icin soyle bir durdugumu hatirliyorum. Sag taraftaki giselerin arkasindan iceri ilerleyince masal baslamisti.

2 yil onceki o ilk karsilasmanin ardindan cektigim videoyu bu yaziyi yazmaya koyuldugumda eski resimlerin arasinda dolanirken buldum. Daha Penn Station ile metro arasindaki farki ayirdedemedigim gunler belli ki :)



Metropolitan'a ne kadar gidersem gideyim sanirim ilk bolum olan Misir Uygarligi'ni hic bir zaman es gecemiycem. Ya burasi muzede beni ilk buyuleyen yer oldugu icin aramizda bir gonul bagi olustu ya da benim Misir uygarligina karsi bu yasima kadar bilmedigim bir ilgim varmis da haberim yokmus. Bunda tabii sesli rehberin inanilmaz payi var. Herhangi bir odaya girer girmez sesli rehber sizi bugunden alip o odadaki eserlerin oldugu zamana goturuyor. Farkli eserler hakkinda bilgileri kuratorlerden, sanat elestirmenlerinden o donemi canlandiran seslendirmeler, fon muzikleri esliginde bazen de eseri olusturan karakterlerin kendi agzindan dinliyorsunuz. Eger kendinizi fazla kaptirirsaniz asagidaki kolyeyi Kleopatra boynundan yeni cikarmis da aynasinin onune asmis sanabilirsiniz. Ya da boyle bakmaya devam edersem su papirusde yazanlari okumaya basliycam galiba moduna girebilirsiniz. Hatta Antik Misir'da bir kralicenin heykelini izlerken olumunden sonra ona ait her seyi yerle bir eden atlilarin sesini duyup urperebilirsiniz...





Misir bolumunu bitirdikten sonra benim en cok zaman gecirdigim yerlerden biri olan American Wing kismi geliyor. Bu bolum 1800'lerde yapilmis olan ve 1900'un ilk yillarinda yikilmak uzereyken muze mudurunun verdigi teklif ile bozulmadan sokulup muzeye monte edilen Branch Bank'in on yuzu ile aciliyor. Avlu havasi verilmis on tarafta ise Amerikan tarihinin belli basli heykellerini gorebiliyor, hikayelerini dinleyebiliyorsunuz. Burada daha da cok vakit gecirmek isterseniz yandaki kafeteryaya gecip ogle yemeginizi yerken, etrafi izlemeye devam edebilirsiniz. Ben ogle yemegimi burda yiyecek sekilde denk dusurdum. Bu avluda saatlerce oturabilirmisim gibi geliyor bazen.




Dedigim gibi uc kere gelmis olmama ragmen Metropolitan'da gormedigim daha nice eserler olduguna eminim. Muzik enstrumanlari bolumune girmek anca bu sefere nasip oldu mesela. Bu bolumde farkli cografyalarin enstrumanlari sergileniyor. Orta Dogu, Japonya, Cin, Afrika, Avrupa'ya ait enstrumanlarin farkliliklarini ve benzerliklerini izlerken bugune kadar sesine asina oldugunuz fakat tipini hayal bile edemediginiz aletlerle karsilasabiliyorsunuz.


Bes saat sonra artik aldigim keyfin bacaklarima soz geciremedigini anlayinca donus vaktinin geldigini anladim. Muzeden cikarken yine ayni hisse kapildim, bir muzeye asik olacagim hic aklima gelmezdi.