İtiraf ediyorum, bu yazıdan önceki iki yazının ikisine de 'Ceromu gelin ettik' başlığıyla başladım. Ama sadece konuşurken değil yazarken de geveze olduğum için bir türlü konuya giremeyip bambaşka şeylerden bahsedince yazıları bitirdikten sonra başlıkları değiştirmek zorunda kaldım. Bunda uzun zamandır blog yazmıyor olmamın da etkisi vardır mutlaka.
Bu sefer konudan sapmayacağım, sadece Ceromun düğününden bahsedeceğim. Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi Türkiye'ye uçuşumu ertelememin en önemli sebeplerinden biri Ceronun düğününe yetişebilmekti. Bu aşk hikayesi ilginç ve romantik... Damat yabancı değil Kadıköy Anadolu'dan sınıf arkadaşımız, ama KAL'dayken merhaba merhabadan öteye çok da geçmeyen bir arkadaşlık yıllar sonra tesadüfler eşliğinde aşka ve ardından da evliliğe dönüştü. Ben şahsen bu olaydan çok memnunum, hem gelin çocukluk arkadaşım hem Ziya daha ne isteyim :) (Al işte düğünü neden kaçırmak istemediğime dair bir sebep daha!)
Jet lagden dolayı beş gündür sabah karşı uyanıp güne ancak öğlen başlayabildiğim için kuaför işini hallettikten sonra Gözde'ye ancak 5'e doğru gidebildim.Onun saçı, giyinme, makyaj derken çıkışımız 7'yi buldu. Nasılsa nikah 8'de, sadece kokteyli kaçıracağız diyerek çok da endişelenmeden gittik yol boyunca. Ama köprü çıkışında sağanak yağmur başlayınca ne olduğumuzu şaşırdık. 27 Ağustos tarihli bir düğünün açık havada planlandığını belirtmeme gerek yok sanırım... Beylerbeyi'ndeki Bosphorus Palace'a yağmurdan dolayı sıkışan trafik yüzünden sekizi biraz geçe ulaştık. İçimizde hala nikahı yakalayacağımıza dair bir umutla... Gel gör ki yağmurun bastıracağını anlayınca nikahı sekizi bile beklemeden kıymışlar. O yüzden taa Amerikalardan kaçırmamak için kastığım nikahı yağmur ve İstanbul trafiği yüzünden kaçırdım... Ama Ceromun her şeye rağmen gülen yüzünü ve enerjisini görünce insan hiçbir şeye üzülemiyor. Gelin bu kadar pozitifken bana üzülmek düşmez diye düşünüyor ister istemez...
Hem damat hem gelin KAL'li olunca düğün de ufak çaplı bir mezunlar gününe dönüştü haliyle. Sağ gösterip sol vuran, iki durup bir yağan yağmura rağmen eğlenceden hiçbir ödün verilmedi gece boyunca. Hatta yağmur her başladığında yalıya doluşan müsafirler bir süre sonra yağmuru tınmaz oldular ve yağan yağmur eşliğinde eğlence devam etti. Sonuç olarak diyebilirim ki fark vermeyi göze alıp bu düğünü kaçırmadığım için çok mutluyum... Islak ama komik, eğlenceli, sımsıcak bir düğün oldu...
Fotoğraf makinemi yanıma almayı unuttuğum için mecburen elimdeki fotonun fotosunu çekip buraya koydum!
Türkiye'ye geliş tarihimi çeşitli sebeplerle bir ay ertelemiş, uçuşumu 24 Ağustos'a almıştım. Çeşitli sebeplerden biri Nisan ayındaki San Francisco gezimizin üzerinden biraz daha zaman geçmesini istemem, yani bu sayede ikinci bir izin istemeye yüzüm olsun diye düşünmemdi. İkincisi ise Ceromun aylardır beklenen düğününü kaçırmama çabamdı. Gerçi Meriç'e göre birinci sebep tamamiyle hikaye, ikincisini desteklemek için uydurulmuş bir gerekçe :) Her ne kadar birincisi uydurma olmasa da ikinci olayın bu erteleme kararımda çoook daha önemli bir rol oynadığını itiraf ediyorum.
Düğün ben geldikten iki gün sonraydı. Düğün için planım sabah kuaför işimi halletmek ve daha sonra düğün saatine kadar olan kısmı Gözdemle geçirmekti. Ama tabii bu Amerika dönüşü jet lag etkisi hesaba katılmadan yapılmış bir plan! Geçtiğimiz Cumartesi itibariyle uyku düzenim altüst oldu.. O günden beri her sabah 3-4 civarı uyanıp, 7-8'e kadar ayakta kalıyorum. Sonra o saatlerde uykuya dalıp öğlene doğru kalkıyorum. Amerika'dan İstanbul'a dönüşün en sevmediğim yanı bu işte. Yıllarca jet lag de neymiş sosyete misin sen diye dalga geçtiğim Meriç'e burdan bir özürü borç bilirim.
Neyse sonuç olarak düğün günü kuaföre anca öğlene doğru gidebildim. Elimde beğendiğim modeller (hepsi biribirinden kısa!) bakalım kuaför bu sefer saçlarımı bu kadar kısa kestirmeme izin verecek mi diye merakla bekliyorum. İşin aslı bir sene önce Amerika'ya yerleşmeden önce de saçlarımı erkek gibi kısacık kestirmek istemiştim ama kuaförüm nedense o zaman o kadar kısa saça onay vermemişti. Demek ki içimde kalmış. Bu sefer inatla kısa istiyorum, çok kısa ona göre... diye bir giriş yaptım. O da yüzüme yakışacağına inanmış olmalı ki bu defa olur bu saç sana diyerek istediğim modeli yaptı. İşte yeni halim:
Ben sonuçtan çok memnun kaldım. İki köpük sürüp dışarı çıkabileceğim bir saç benim için her zaman en ideal saç olmuştur. O yüzden hevesimi alana kadar bu saçla devam etmeyi düşünüyorum. Zaten bir yılda anca uzayacağını düşünürsek o zamana kadar hevesimi almış olurum herhalde :)
İstanbul'a geleli beş gün olmasına rağmen az zamanda çok işler başardım, ne mutlu bana. Yolculuk fena geçmedi. Fena geçmedi diyorum çünkü 11 saatlik bir uçak yolculuğunun iyi geçmesi gibi bir ihtimal yok, bu kadar uzun bir yolculuk ancak fena geçmeyebilir!
Havaalanında Meriçle vedalaşırken yine gözlerim doldu. Ben herhalde küçükken çok havaalanı ayrılık sahnesi izledim, havaalanından her uğurlanışımda gözlerim doluyor, ayrıldığım yer ve ayrılık süresinden bağımsız bir ağlama hali bu. Haliyle Meriç de 'Adet yerini bulsun diye ağlıyorsun di mi, 19 gün sonra yine beraberiz çünkü' dedi gülerek.
Yanıma şöyle hoş sohbet bir Amerikalı düşse de yol boyunca arada sohbet etsek bari derken nereli olduğunu anlamadığım ama İngilizcesi 'Thank you, please, ok'den ibaret bir teyze denk düştü şansıma. O yüzden muhabbete girmeye hiç çabalamadım bile. Bol bol su içip kendimi sık sık tuvalete gitmeye zorlayarak -bu sayede mecburen hareket etmiş olurum fikriyle- ara ara kestirmeler, okumalar, müzik dinlemeler eşliğinde 11 saatlik çilemi tamamladım. Bence dünya üzerinde hiçbir insan oturarak uyumaya zorlanmamalı, bir an önce şu ışınlanma olayını keşfetmeli insanoğlu...
Yeni bir blog acma asamasindayim su aralar.. Ilk baslarda oraya daha cok yogunlasabilirim, ama bu demek degil ki bu blogumu askiya aliyorum. Sadece yazilarimin sikligi biraz dusebilir. Bu yeni blogda anonim olacagim icin simdilik adres veremiyorum. Belki ileride orayi da desifre etmeye karar veririm, ama henuz degil. Ikinci blogum tek bir konuyu kapsayacagi icin hayatimin geri kalani icin yine ilk goz agrim olan bu bloga gelicem... Amma mistik oldum yahu, anonim bloglar falan :)
Bu cumartesi liseden cok yakin bir arkadasim Ekin bir yilligina New York'a geliyor. NYU'da postdoc yapacak. Ev bulana kadar bizde kalacak. O geldikten bir hafta sonra Turkiye'ye ucuyorum. Yani su ara gundem baya yogun. Hiii bir de Berkeley'de tanistigimiz Meksikali bir cift ben Turkiye'ye gitmeden uc gunlugune bize gelecekler. Hizli bir ay bizi bekliyor.. Hareket demek yeni blog yazilari demek :) Hadi bakalim...
Meric and I literally burned ourselves this weekend. I don't remember the last time I felt so miserable. My skin is red, itchy, dry, rough, burning! All at the same time. We move like a RoboCop couple at home, avoiding any sort of physical contact! I can't believe how on earth I could make such a mistake... I have allergy to a thousand things and sun is not an exception. All my life I've put on at least 30 SPF sun-protection cream on the beach, kept myself under shade and avoided sun bathing as much as possible.
But this weekend apparently I had a short time memory loss!! I used just a 15 SPF sun cream before we left for the beach. Although from previous painful experiences I know salty water invites dreadful sun burns, I didn't bother looking for a shower after swimming. And as if that was not enough I put on sun cream only once after swimming and only on my front body. Then I lied prone on my towel and fell asleep in that position! Why Why Why?!! I keep asking myself! Did I suppose after I was able to have my ears pierced, I got suddenly immune to any kind of allergy??! Did I assume the sun in New York does not burn? Did I believe Atlantic Ocean has no salt in it? Or did I forget all about those painful sun burn memories?
No clue.... I just know I couldn't go to work yesterday because I couldn't move! It is as if somebody ironed me on the back! Or somebody is putting a thousand needles on my shoulders, my legs and my feet!
I wish I could write here some happy, fun memories from Sunday.. Like how much I enjoyed the waves in the sea, the lovely weather, the peaceful sleep on the beach (argghhhh that sleep!) or how happy I was to see Chesley after a long time. But I don't have the motivation to talk about any of those, all I can think of now is how stupid I am!
Anyway here are some photos from the beach. Maybe later they help me recall the good memories, after my pain relieves... Hopefully!
Amerika'da filmlerde gormeye alisik oldugumuz o sari okul otobuslerini her yerde gorebilirsiniz. Bu otobuslerden birine bir ogrenci binerken veya inerken otobusun yan tarafindan kirmizi bir stop isareti kalkiyor. Cocuk sagsalim arabadan inene veya arabaya binene kadar bu isaret havada kaliyor, ve bu esnada yoldaki tum araclar olduklari yerde kaliyorlar.
Bugun sokakta yururken bir okul otobusunun bir evin onunde durdugunu gordum. Dur isaretini kaldirdiginda abartmiyorum 30 metre otedeki arabalar dahi sanki zaman durmus gibi olduklari yerde 5 dakika boyunca kaldilar. Ne zaman ki otobusun tabelasi asagi indi ve kirmizi isiklar sondu, o zaman trafik kaldigi yerden akmaya devam etti. Bu aslinda cok basit ve uygulanabilir bir kural degil mi? Ehliyet sinavinda olmazsa olmaz bilmeniz gereken kurallardan biri buymus. Zaten ne kadar onemli oldugu kurala uymayanlara uygulanan yaptirimlardan da belli. Kurala uymadiginizda para cezasinin yaninda bir sureligine ehliyetinizden de oluyorsunuz, dikkatinizi cekerim ortada hic bir kaza olmasa dahi...
Bugun sahit oldugum bu olay bana ister istemez gecen gun gazetelerde okudugum Feneryolu tren istasyonundaki korkunc kazayi hatirlatti. Bir anne bebek arabasiyla vagona binmeye calisiyor, tren kapisi bebek arabasinin ustune kapaninca kadin arabanin kolunu birakmadigi icin raylara dusuyor ve hareket eden trenin altinda hayatini kaybediyor. Bu bahsettigim iki olay birbirinden farkli gozukse de, bence ikisi de ayni soruya cevap veriyor: Bir ulkede insan hayatina ne kadar onem veriliyor?
Oncelikle sunu soyleyim. Kendimi hic bir zaman Turkiye'deki her turlu uygulamaya muhalif, Bati'nin yaptigi her seye hayran, ve Turkiye'yi elestirmek icin bahane arayan biri olarak gormedim. Sadece vicdanimin sizladigi, icimin parcalandigi bu gibi durumlarda kendimi magdur insanlarin yerine koyup nutkum tutuldugunda, bogazima bir sey dugumlendiginde kendimi ulkemdeki duzene delicesine isyan ederken buluyorum. Insan hayatinin bu kadar ucuz olmasini aklim almiyor. TCDD'nin "kadinin bebek arabasinin kolunu birakmak istememesi olumune sebep olmustur" aciklamasinin o ailenin acisini nasil daglayacagini, nasil bir caresizlige ve nefrete surukleyecegini dusunup cildiriyorum.
Ates dustugu yeri yakar. Birbirimizin acisini kendi acimizmis gibi hissedebilseydik basimiza tedbirsizlikten dolayi gelen kazalarin buyuk bir kismini muhtemelen engellemis olurduk. Ama en azindan insan olarak empati kurma gibi bir yetimiz var. Insanlarin basina gelen olaylardan sonra sacmasapan aciklamalar yapip, bir canin ne kadar edecegini hesaplayip, anlamsiz tazminatlar odeyecegimize bu trajedilerin olmasini engelleyecek duzenlemeler getirmek, insan caninin soz konusu oldugu yerde en agir yaptirimlari uygulamak bu kadar zor olmamali.. Ve biz boyle olaylara isyan ettigimizle kalmamaliyiz..
Bunaltici sicaklar bastirdigindan beri once off puf diyerek aksam kosularima devam etmeye calistim. Bir sure sonra haftada dort kosu dustu haftada ikiye; sonra aman off nefes alamiyorum, yarin sabah 6'da kalkar, sabah serinliginde kosarimlar basladi, zaten o noktadan sonra haftada iki kosu oldu haftada sifir!
Hayatimdan sporu cikarmami avuclarini ovusturarak bekleyen kilolarim bu firsati kacirmayip hemen taarruza gectiler tabii. Baktim bu gidisin sonu iyi degil, gozumun onunde bir bucuk ay sonra Turkiye'de maruz kalabilecegim "ay Amerika yaramis Aycacigimmm" tarzi sahneler canlaniyor, spor salonuna yazilma fikrini acil gundeme getirdim. Gundeme getirdim dediysem, hadi hemen spor salonuna yazilalim, cok guzel olacak, super fit olacagiz, oh mis! seklinde bir emrivakiden bahsediyorum...
Once bizim eve yirmi dakika mesafede bir salona gittik. Oradaki cocuk bir hafta ucretsiz deneme hakkiniz var deyince, her ne kadar icimdeki bilmis ama aptal bir ses "spor salonunun nesini deniycem canim kosu bandi, bisiklet her yerde ayni iste, temiz olsun yeter.." diye vidi vidi yapsa da, son anda duymazliktan gelip, test surusunu kabul ettim.
Salonu ilk kullandigimiz gece saat 9 bucuk civariydi. Ilk gozume carpan kadin/erkek oranindaki dengesizlik oldu, 2'ye 25.. Hadi gozum beni yaniltmis olsun, 2'ye 20 diyelim. Bu arada salonda bana eslik eden diger hemcinsim abarti makyaji ve oldukca iddiali, dekolte spor kiyafetiyle ayri kulvarlarda oldugumuzu cok net ortaya koyuyordu. "Herhalde gec oldu diye boyle..." diyerek Polyanna tavrimi takindim once. Ikinci gelisimizi bir iki saat daha erkene denk getirdik. Ama yine belden yukarilarindaki balonlar sayesinde her an tavana yukselecekmis hissi veren erkeklerin sayisi yirmiyi gecerken, ben ve yurume bandinda tingir mingir yuruyen yasli bir teyze ortamdaki kadin sayisini ikiden yukari cekemedik. Bu sefer aman canim kimsenin donup baktigi yok, hepsi erkek olsa noolur, rahatsiz etmedikleri surece... diyerek iyimserlikte ikinci asamaya gecmistim ki ertesi gun Emre'nin "sizin eve daha yakin baska bir gym daha var, orasi daha guzel bir yere benziyor" demesiyle kendimi ilk firsatta diger salona kayit olurken buldum!
Bu yeni salona bayildim! Burasiyla aniden bir gonul bagi kurmus olmamda referans olarak testesteron seviyesi tavan yapmis olan ilk salonu almamin da etkisi olmustur mutlaka. Her biri bir kazan ispanak yemis Temel Reislerin asik attigi diger salona gore burasi ayda sadece $10 daha fazla aliyor ve bizim evden sadece 10 dakika yurume mesafesi. Ayrica fitness salonunu sinirsiz kullanmak disinda her gun farkli farkli grup egzersizlerine de katilma imkani sagliyor. Ve en guzeli, kucuk capli bir kadin hareketi baslatacak kadar bir kadin nufusu her daim salonda mevcut... Oh be...
Kayit oldugum ilk haftanin gazi ve heyecaniyla son dort gunde uc kere gittim salona! Resepsiyondaki cocuk coktan "ya parasini cikarmaya calisiyor ya da spor bagimlisi yazik" diye dusunmeye baslamis olabilir. Ama spor salonundaki aletler o kadar eglenceli ki bir onceki salonu gormeye gittigimizde "deneyecek ne var canim" diyen ic sesime kizilcilik sopasiyla dalmak istiyorum. Neyse ki kendimi ciddiye alip oraya ilk seferde kayit olmadim!
Dun ilk defa bir Zumba sinifina gittim. Bu zumba denen sey son yillarda pek bir moda oldu. Ben zumbanin, aerobik diyince aklina Jane Fonda, Hulya Avsar tarzi fosforlu mayolar, spor bandindan fiskiran permali saclar, ve 80'lerin dim tis dim tis disko muzikleri gelen kayip bir nesli spor salonuna geri cekmek icin icat edildigini dusunuyorum. Zumba dersinden sonra benim aerobige bakis acim resetlendi mesela. Kipir kipir latin muzikleriyle onumde bir esneklik abidesi olarak kalcalarini bir o yana bir bu yana savuran hocamizi izleyip ayak uydurmaya calisirken bir an onu Jennifer Lopez kendimi de Lopez'in ekibine torpille girmis bir dansci gibi hissettim. Kareografiyi anlayip hocaya bakmadan bir iki figuru kotarinca, insan vayyy bee icimdeki Latin uyandi diye aklindan gecirebiliyor. Yine de basari sarhosu olmayacagim, disiplinimi bozmayacagim, her gun daha cok calisip bir gun Jennifer Lopez olmasa da Thalia'nin arkasinda dansedebilme umuduyla zumba derslerine devam edecegim. (Thalia'nin kim oldugunu unutmus olanlar icin buyrunuz ufak bir hatirlatma)
Son olarak zumba dersini yarida kesip siz oynamaya devam edin ben blogum icin cekim yapacagim diyemedigim icin yazimi internetten asirdigim bir zumba videosuyla susluyorum. Yalniz biz disaridan boyle mi gozukuyorduk ondan pek emin degilim :)