29 Ağustos 2012 Çarşamba

İstanbul'u izliyorum üstüm başım ıslak

İstanbul'da olduğumu ilk anlamam havaalanı dönüşü köprüden geçerken oldu. Yıllarca üniversiteye, işe giderken uyuyarak, kitap okuyarak, kafamı bile çevirmeden geçtiğim bu olağanüstü manzarayı bu sefer uzun uzun, içime sindire sindire izledim.

İkinci aydınlanmayı ise pazartesi akşamı Ceromun düğününe giderken köprü trafiği ile karşılaştığımızda yaşadım. Bir köprü trafiğinden kaçıp diğerinden medet umarken, ilerlemeden duran arabalara umutsuzca bakarken evet dedim hoş geldim İstanbul, ne sen çok değişmişsin ne de ben...

Bir de bunun üstüne köprü çıkışında bastıran yağmur ve artık tam anlamıyla kilit olan trafik eklenince işte dedim benim İstanbul'um :) Belli aralıklarla bizi ıslatan, bize adeta köşe kapmaca oynatan yağmura rağmen düğün çok keyifli, eğlenceli geçti. Zaten bunca zaman sonra bu kadar çok sevdiğim insanı bir arada görünce dolu bile yağsa moralim bozulmazdı herhalde...

Düğün sonrası Gözde'lerde kaldığım için ertesi sabah bizim eve doğru uzun bir yolculuk bekliyordu beni. Bir gece önce başlayan yağmur sabaha kadar yağmaya devam etti. Evden çıkarken 'Her şeye rağmen yaz yağmuru sonuçta, artık bitmiştir' diye düşünüp yanıma şemsiye almayarak büyük bir hata yaptım ve kahvaltı ettiğim Komşu Fırın'da yine delicesine bastıran yağmur yüzünden yarım saat mahsur kaldım. Bir ara aklımdan acaba bir Yüzyıllık Yalnızlık yağmuru ile mi karşı karşıyayız diye geçirmedim değil! Baktım yağmurun duracağı yok yolun kenarına geçip bir taksinin halime acımasını bekledim. Gerçekten de içeride müşterisi olmasına rağmen bir taksi az ileride müşterimi bırakıcam buyrun binin diyerek beni kurtardı.  Bu da üçüncü İstanbul farkındalığım oldu, zira bu sadece İstanbul'da karşılaşabileceğim bir olay sanırım, Amerika'da bir taksinin yağmurda durup böyle bir şey diyeceğini hiç sanmıyorum...

Beşiktaş İskelesi'ne vardığımda yolu yarılamış olmamın huzuru vardı üstümde. O kadar ki yirmi dakika vapuru bekleyecek olmam bile keyfimi kaçirmadi. Elimde bir gece önceki düğünün resimleri, gecenin detaylarını hatırlamaya çalıştım. Sarhoş olmadığım belki de ilk düğünde etrafımdaki herkesi, her detayı hatırlıyor olmak garip bir mutluluk verdi, bir çeşit gurur gibi, saçma biliyorum :)

Vapura bindiğimde hala hafiften yağmur atıştırmasına rağmen dışarıda oturmak istedim. Onbir ay sonra ilk vapur gezimde boğazı izlemem şarttı! Ve hiç beklemediğim bir şey oldu. Denizin üzerinde usul usul ilerlerken, geride bıraktığımız bembeyaz köpükler, ileride kız kulesi, karşıdan geçen bir başka yolcu vapuru, arkada Boğaziçi köprüsü... bir anda gözlerime yaşlar doldu...

Bunca senedir bir çok defa İstanbul'dan uzun süreler ayrı kaldığım oldu ama ilk defa bir vapur yolculuğunda İstanbul'u izlerken ağlamaya başladım. İstanbul çok değişik, çok başka bir şehir. Burda yetişmiş, burda çok uzun yıllarımı geçirmiş olmamın bunda çok büyük etkisi vardır eminim, ama İstanbulla aramda gerçek anlamda bir nefret ve sevgi ilişkisi var. Öyle ki ayak bastığım andan itibaren İstanbul beni hem gülümsetti, hem kızdırdı, hem duygulandırdı, hem ağlattı. Daha da değişik duygular yaşatmaya devam edecek bu gidişle...





Ceromu gelin ettik

İtiraf ediyorum, bu yazıdan önceki iki yazının ikisine de 'Ceromu gelin ettik' başlığıyla başladım. Ama sadece konuşurken değil yazarken de geveze olduğum için bir türlü konuya giremeyip bambaşka şeylerden bahsedince yazıları bitirdikten sonra başlıkları değiştirmek zorunda kaldım. Bunda uzun zamandır blog yazmıyor olmamın da etkisi vardır mutlaka.

Bu sefer konudan sapmayacağım, sadece Ceromun düğününden bahsedeceğim. Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi Türkiye'ye uçuşumu ertelememin en önemli sebeplerinden biri Ceronun düğününe yetişebilmekti. Bu aşk hikayesi ilginç ve romantik... Damat yabancı değil Kadıköy Anadolu'dan sınıf arkadaşımız, ama KAL'dayken merhaba merhabadan öteye çok da geçmeyen bir arkadaşlık yıllar sonra tesadüfler eşliğinde aşka ve ardından da evliliğe dönüştü. Ben şahsen bu olaydan çok memnunum, hem gelin çocukluk arkadaşım hem Ziya daha ne isteyim :) (Al işte düğünü neden kaçırmak istemediğime dair bir sebep daha!)

Jet lagden dolayı beş gündür sabah karşı uyanıp güne ancak öğlen başlayabildiğim için kuaför işini hallettikten sonra Gözde'ye ancak 5'e doğru gidebildim.Onun saçı, giyinme, makyaj derken çıkışımız 7'yi buldu. Nasılsa nikah 8'de, sadece kokteyli kaçıracağız diyerek çok da endişelenmeden gittik yol boyunca. Ama köprü çıkışında sağanak yağmur başlayınca ne olduğumuzu şaşırdık. 27 Ağustos tarihli bir düğünün açık havada planlandığını belirtmeme gerek yok sanırım... Beylerbeyi'ndeki Bosphorus Palace'a yağmurdan dolayı sıkışan trafik yüzünden sekizi biraz geçe ulaştık. İçimizde hala nikahı yakalayacağımıza dair bir umutla... Gel gör ki yağmurun bastıracağını anlayınca nikahı sekizi bile beklemeden kıymışlar. O yüzden taa Amerikalardan kaçırmamak için kastığım nikahı yağmur ve İstanbul trafiği yüzünden kaçırdım... Ama Ceromun her şeye rağmen gülen yüzünü ve enerjisini görünce insan hiçbir şeye üzülemiyor. Gelin bu kadar pozitifken bana üzülmek düşmez diye düşünüyor ister istemez...

Hem damat hem gelin KAL'li olunca düğün de ufak çaplı bir mezunlar gününe dönüştü haliyle. Sağ gösterip sol vuran, iki durup bir yağan yağmura rağmen eğlenceden hiçbir ödün verilmedi gece boyunca. Hatta yağmur her başladığında yalıya doluşan müsafirler bir süre sonra yağmuru tınmaz oldular ve yağan yağmur eşliğinde eğlence devam etti. Sonuç olarak diyebilirim ki fark vermeyi göze alıp bu düğünü kaçırmadığım için çok mutluyum... Islak ama komik, eğlenceli, sımsıcak bir düğün oldu...

Fotoğraf makinemi yanıma almayı unuttuğum için mecburen elimdeki fotonun fotosunu çekip buraya koydum!





Şoför Nebahat

Türkiye'ye geliş tarihimi çeşitli sebeplerle bir ay ertelemiş, uçuşumu 24 Ağustos'a almıştım. Çeşitli sebeplerden biri Nisan ayındaki San Francisco gezimizin üzerinden biraz daha zaman geçmesini istemem, yani bu sayede ikinci bir izin istemeye yüzüm olsun diye düşünmemdi. İkincisi ise Ceromun aylardır beklenen düğününü kaçırmama çabamdı. Gerçi Meriç'e göre birinci sebep tamamiyle hikaye, ikincisini desteklemek için uydurulmuş bir gerekçe :) Her ne kadar birincisi uydurma olmasa da ikinci olayın bu erteleme kararımda çoook daha önemli bir rol oynadığını itiraf ediyorum.

Düğün ben geldikten iki gün sonraydı. Düğün için planım sabah kuaför işimi halletmek ve daha sonra düğün saatine kadar olan kısmı Gözdemle geçirmekti. Ama tabii bu Amerika dönüşü jet lag etkisi hesaba katılmadan yapılmış bir plan! Geçtiğimiz Cumartesi itibariyle uyku düzenim altüst oldu.. O günden beri her sabah 3-4 civarı uyanıp, 7-8'e kadar ayakta kalıyorum. Sonra o saatlerde uykuya dalıp öğlene doğru kalkıyorum. Amerika'dan İstanbul'a dönüşün en sevmediğim yanı bu işte. Yıllarca jet lag de neymiş sosyete misin sen diye dalga geçtiğim Meriç'e burdan bir özürü borç bilirim.

Neyse sonuç olarak düğün günü kuaföre anca öğlene doğru gidebildim. Elimde beğendiğim modeller (hepsi biribirinden kısa!) bakalım kuaför bu sefer saçlarımı bu kadar kısa kestirmeme izin verecek mi diye merakla bekliyorum. İşin aslı bir sene önce Amerika'ya yerleşmeden önce de saçlarımı erkek gibi kısacık kestirmek istemiştim ama kuaförüm nedense o zaman o kadar kısa saça onay vermemişti. Demek ki içimde kalmış. Bu sefer inatla kısa istiyorum, çok kısa ona göre... diye bir giriş yaptım. O da yüzüme yakışacağına inanmış olmalı ki bu defa olur bu saç sana diyerek istediğim modeli yaptı. İşte yeni halim:


Ben sonuçtan çok memnun kaldım. İki köpük sürüp dışarı çıkabileceğim bir saç benim için her zaman en ideal saç olmuştur. O yüzden hevesimi alana kadar bu saçla devam etmeyi düşünüyorum. Zaten bir yılda anca uzayacağını düşünürsek o zamana kadar hevesimi almış olurum herhalde :)

Eve dönüş

İstanbul'a geleli beş gün olmasına rağmen az zamanda çok işler başardım, ne mutlu bana. Yolculuk fena geçmedi. Fena geçmedi diyorum çünkü 11 saatlik bir uçak yolculuğunun iyi geçmesi gibi bir ihtimal yok, bu kadar uzun bir yolculuk ancak fena geçmeyebilir!

Havaalanında Meriçle vedalaşırken yine gözlerim doldu. Ben herhalde küçükken çok havaalanı ayrılık sahnesi izledim, havaalanından her uğurlanışımda gözlerim doluyor, ayrıldığım yer ve ayrılık süresinden bağımsız bir ağlama hali bu. Haliyle Meriç de 'Adet yerini bulsun diye ağlıyorsun di mi, 19 gün sonra yine beraberiz çünkü' dedi gülerek.

Yanıma şöyle hoş sohbet bir Amerikalı düşse de yol boyunca arada sohbet etsek bari derken nereli olduğunu anlamadığım ama İngilizcesi 'Thank you, please, ok'den ibaret bir teyze denk düştü şansıma. O yüzden muhabbete girmeye hiç çabalamadım bile. Bol bol su içip kendimi sık sık tuvalete gitmeye zorlayarak -bu sayede mecburen hareket etmiş olurum fikriyle- ara ara kestirmeler, okumalar, müzik dinlemeler eşliğinde 11 saatlik çilemi tamamladım. Bence dünya üzerinde hiçbir insan oturarak uyumaya zorlanmamalı, bir an önce şu ışınlanma olayını keşfetmeli insanoğlu...





16 Ağustos 2012 Perşembe

Kısa bir ara

Yeni bir blog acma asamasindayim su aralar.. Ilk baslarda oraya daha cok yogunlasabilirim, ama bu demek degil ki bu blogumu askiya aliyorum. Sadece yazilarimin sikligi biraz dusebilir. Bu yeni blogda anonim olacagim icin simdilik adres veremiyorum. Belki ileride orayi da desifre etmeye karar veririm, ama henuz degil. Ikinci blogum tek bir konuyu kapsayacagi icin hayatimin geri kalani icin yine ilk goz agrim olan bu bloga gelicem... Amma mistik oldum yahu, anonim bloglar falan :)

Bu cumartesi liseden cok yakin bir arkadasim Ekin bir yilligina New York'a geliyor. NYU'da postdoc yapacak. Ev bulana kadar bizde kalacak. O geldikten bir hafta sonra Turkiye'ye ucuyorum. Yani su ara gundem baya yogun. Hiii bir de Berkeley'de tanistigimiz Meksikali bir cift ben Turkiye'ye gitmeden uc gunlugune bize gelecekler. Hizli bir ay bizi bekliyor.. Hareket demek yeni blog yazilari demek :) Hadi bakalim...