8 Kasım 2012 Perşembe

Hoşgeldin Kar!


Bu sabah bembeyaz bir New York'a uyandığımda, telefonumda dünyanın en güzel mesajı vardı :)

"Aşkım, merdivenlerdeki karı biraz küredim ama hala var. Dikkat et inerken oldu mu?"



5 Kasım 2012 Pazartesi

Empire State Building

Bir yili askin suredir New York'da yasiyorum. Bugune kadar onlarca misafirimiz oldu. Hepsiyle Manhattan'i alabildigince dolasmaya calistik. Ama bugune kadar hicbiriyle Empire State Building'e cikmamistim. Bunun sebebi asiri turistik yerlere fazla para vermeye alerjim olmasinin yaninda Meric'in "cok da gerek yok yaa" diyerek hevesimi surekli kursagimda birakmasiydi. Yine de bir gun cikmam gerektigi aklimin bir kenarinda hep vardi. Hele ki Meric'in zaten yillar once bu deneyimi yasamis oldugunu kesfettikten sonra iyice gaza geldim. Kendi cikmis, bana gerek yok diyor, yok artik:)

Iki hafta once Ece, Orcun, Hasene bizi ziyarete geldiler. Empire State'e ne zaman cikacaklarini sinsice ogrenip bu isi artik onlarla birlikte aradan cikarmaya karar verdim. Haftaici olmasina ragmen is cikisi trene atlayip Manhattan'da onlarla bulustum. Empire State Building 5. Avenue ile 34. Street kesisiminde, yani Midtown'da yer aliyor. Cogu kisinin adaya ilk adimini attigi Penn Station'dan cikar cikmaz kendini gostermesi de yeni gelenlere "Ey turist benden kacisin yok, elbet sen de cekimime kapilacaksin" demesi olarak yorumlanabilir.

Binanin icinde gorevliler bizi ordan oraya yonlendirirken hem karsima cikacak manzarayi dusunerek heyecanlaniyor, hem de adamlarin eninde sonunda bir manzarayi 25 dolara sattigi gercegini hala yadirgiyordum. Aldiklari parayi hakettiklerini gostermek icin olsa gerek asansorlere dogru giden koridorlarda binanin hikayesini, yapim asamasindaki fotograflarini, projenin planini vs. sergilemisler. Buralardan edindigim bilgiye gore 102 katli Empire State Building'in insaati tam 11 ay surmus ve 1931'de tamamlanmis. 1931'den World Trade Center'in Kuzey Kulesinin yapildigi 1972'ye kadar dunyanin en yuksek binasi unvanini tasimis. Binanin catidaki anteniyle birlikte yuksekligi 443 metre (Hani su King Kong'un sarildigi unlu anten). Ve huzunlu bir bilgi, 11 Eylul saldirilarindan sonra Empire State yine New York'un en yuksek binasi unvanini kazanmis, ama tabii ABD'deki ve dunyadaki en yuksek bina iddiasini coktan kaybetmis...

Bu kadar laf yeter, bundan sonrasini resimler anlatsin. Bizim cikisimiz aksama kaldigi icin gece manzarasi oldu fotolar, bir daha firsatim olursa gun batiminda cikmak istiyorum.

Bir de siz bakin bakalim, cikmaya deger mi degmez mi :)








23 Eylül 2012 Pazar

Gecen bir yilin ardindan...

Evet post-Turkiye travmami atlattim, artik blog yazilarima kaldigim yerden devam edebilirim. Ekim 7'de Amerika'daki bir yilimi devirmis olacagim. Gerci evlenip New York'a tasinmadan once bir ayligina, sonrasinda alti ayligina buraya gelmisligim olmustu, ama onlarin hic birinde burada yasiyorum diye dusunmemistim, eve donus gununu bekleyen bir misafir gibiydim o zamanlar. Simdi ise -ne kadar surecegini bilmesem de- burada yasadigimi hissediyorum, Turkiye'den buraya geri gelirken evime gidiyorum diye dusunuyorum.

Burada kaldigim surece neleri yadirgadim, neleri takdir ettim, nelere hala alisamadim, nelere adapte oldum soyle bir aklimdan gecirdim bugun. En onemli fark kulturel ozellikler tabii ki. Herhangi bir yerde karsilastiginiz insanlarin ayak ustu, belli bir amaca yonelik olmayan konusmalarini basta cok garipsiyordum mesela (buradaki tabiriyle small talk). Trende ineceginiz duragi beklerken yaninizda duran kiz sizi soyle bir suzdukten sonra "Hey I liked your boots!" (botlarini sevdim!) diyebilir. Starbucks'da defterinizi kitabinizi toplayip kalkarken yaninizda oturan adam "I hope you're done with your work" (umarim isini halletmisindir) dediyse amanin bana yaziyor hemen kacayim demenize gerek yok, zaten yaziyorsa bile sizden bekledigi tepkiyi almazsa israrci olmayacaktir. Ya da biletinizi kontrol eden konduktor "How are you doin' today ma'am?" dediginde sizden o gun basinizdan gecenleri anlatmanizi beklemiyordur... Basta bu tur beklenmedik sohbetlere karsi hazirliksiz yakalansam da artik ayak uydurdugumu hatta hosuma bile gittigini soyleyebilirim. Tanimadigimiz insanlari yoklarmis gibi saymamiz gerekmiyor sonucta, gundelik hayatta onlarla kisa da olsa iletisime girmek toplum icinde yasadigimizi hatirlatiyor bir nevi.


Alisamadigim ve israrla anlayamadigim bir ozellik ise insanlarin toplum icinde, bar/tren/restoran/metro gibi akliniza gelebilecek herhangi bir kamuya acik mekanda inanilmaz derecede yuksek sesle konusmalari. Bunu baslarda ergenlere has bir davranis saniyordum, icip icip orda burda bagira cagira konusuyorlar diye dusunuyordum. Ama hayir.. Genci yaslisi herkes birbirine bildigin sagir muamelesi yapiyor. Hani biz Turkiye'de turistler bizi anlasin diye bagira bagira abartili bir sekilde konusuruz ya bazen, iste karsimizdaki turist Amerikaliysa bu davranisimizi hic yadirgamadiklarina eminim artik!




Kabullendigim ama alismak istemedigim bir diger Amerika'ya has ozellik de restoranlardaki porsiyon boylari. Ben cocukken Turk kanallarindan birinde bir asci yemek kitabi tanitimi yaparken "olculerimiz bardakla kasikla..." derdi, bunu Amerika'ya uyarlayacak olursak "olculerimiz kazanla kepceyle, iceceklerimiz kovayla ficiyla..." demek uygun duser herhalde. Bu yemek kulturunun yan urunu olarak dogan ve takdir ettigim diger bir aliskanlik ise yemegi bitiremediginiz takdirde "take home" (eve paket) yaptirabilmeniz. Isin guzel yani bunu tabaginizda iki lokma etiniz kalsa bile talep edebiliyorsunuz, hatta garson size kendisi soruyor. Aman kalmasin, of puf diye diye tabaginizdakini bitirmeye calismaktan ya da yiyemediklerinizin cope atilmasindan cok daha iyi bir uygulama bence...

Hmmm baska baska... Evet bir de kilolu ve zayif insan algisi.. Amerikalilarin bu zayif/sisman insan algisini cok sevdim, ilk geldigim gunden beri hic yadirgamadim, hatta hemen kabullendim! Cunku bu algi sayesinde, 1.75 boyum ve 65 kilomla bana burda skinny diyorlar (siska!).. Evet 30 yasimdan sonra da siska diye anildim ya artik olsem de gam yemem.. En son doktora gittigimde hemsireye son zamanda biraz fazla mi kilo aldim acaba dedigimde hayir hic korkma zaten siskasin dediginde yanagindan sap diye opesim geldi, hatta soyle bir daha soyle diyecektim de davranis bozuklugu teshisi ile beni baska bolume gondermesin diye sustum.

Hazir kilo ve boy demisken, kesinlikle ogrenmeye direndigim ve anlamak istemedigim bir diger sey de Amerikalilarin agirlik, uzaklik ve sicaklik olcu birimleri. Havanin 85 derece olmasi bana baslarda hic bir sey ifade etmiyordu mesela. Simdi simdi oldukca sicak oldugunu anliyorum ama yine de tam olarak kac derece oldugunu soyleyemem. Ya da terazide 143 pounds oldugumu gorunce cildirmali miyim sacimi basimi mi yolmaliyim bilemiyordum, simdi sadece kendi kilo araligimi pounds olarak ezberledim, rahatladim. Onun disinda Meric marketten arasa domatesi iki pounds mu uc pounds mu alayim dese oyle kaliveririm, ne biliyim uc bes tane al iste derim herhalde. Keza inch foot... Ayak olcumu ya da boyumu soylemek zorunda kaldigim durumlar disinda inchi, feeti agzima almiyorum... Hatta bunlarin Amerikalilarin sirf biz dunyadan farkliyiz, bakin olculerimiz bile farkli hih diyebilmek icin uydurduklari seyler oldugunu dusunuyorum, ve siddetle kiniyorum :) Starbucks bizim evden kac feet otede hic bir zaman hic bir fikrim olmayacak iste, hih...

Simdilik aklima gelenler bunlar. Bunlari buraya tasinmamin yildonumunde yazsam daha anlamli olabilirdi ama blog yazmanin bir kurali da bir sey aklina dustu mu yazacaksin bekletmeyeceksin ki buyusu kacmasin. Yakinda gorusmek uzere...

29 Ağustos 2012 Çarşamba

İstanbul'u izliyorum üstüm başım ıslak

İstanbul'da olduğumu ilk anlamam havaalanı dönüşü köprüden geçerken oldu. Yıllarca üniversiteye, işe giderken uyuyarak, kitap okuyarak, kafamı bile çevirmeden geçtiğim bu olağanüstü manzarayı bu sefer uzun uzun, içime sindire sindire izledim.

İkinci aydınlanmayı ise pazartesi akşamı Ceromun düğününe giderken köprü trafiği ile karşılaştığımızda yaşadım. Bir köprü trafiğinden kaçıp diğerinden medet umarken, ilerlemeden duran arabalara umutsuzca bakarken evet dedim hoş geldim İstanbul, ne sen çok değişmişsin ne de ben...

Bir de bunun üstüne köprü çıkışında bastıran yağmur ve artık tam anlamıyla kilit olan trafik eklenince işte dedim benim İstanbul'um :) Belli aralıklarla bizi ıslatan, bize adeta köşe kapmaca oynatan yağmura rağmen düğün çok keyifli, eğlenceli geçti. Zaten bunca zaman sonra bu kadar çok sevdiğim insanı bir arada görünce dolu bile yağsa moralim bozulmazdı herhalde...

Düğün sonrası Gözde'lerde kaldığım için ertesi sabah bizim eve doğru uzun bir yolculuk bekliyordu beni. Bir gece önce başlayan yağmur sabaha kadar yağmaya devam etti. Evden çıkarken 'Her şeye rağmen yaz yağmuru sonuçta, artık bitmiştir' diye düşünüp yanıma şemsiye almayarak büyük bir hata yaptım ve kahvaltı ettiğim Komşu Fırın'da yine delicesine bastıran yağmur yüzünden yarım saat mahsur kaldım. Bir ara aklımdan acaba bir Yüzyıllık Yalnızlık yağmuru ile mi karşı karşıyayız diye geçirmedim değil! Baktım yağmurun duracağı yok yolun kenarına geçip bir taksinin halime acımasını bekledim. Gerçekten de içeride müşterisi olmasına rağmen bir taksi az ileride müşterimi bırakıcam buyrun binin diyerek beni kurtardı.  Bu da üçüncü İstanbul farkındalığım oldu, zira bu sadece İstanbul'da karşılaşabileceğim bir olay sanırım, Amerika'da bir taksinin yağmurda durup böyle bir şey diyeceğini hiç sanmıyorum...

Beşiktaş İskelesi'ne vardığımda yolu yarılamış olmamın huzuru vardı üstümde. O kadar ki yirmi dakika vapuru bekleyecek olmam bile keyfimi kaçirmadi. Elimde bir gece önceki düğünün resimleri, gecenin detaylarını hatırlamaya çalıştım. Sarhoş olmadığım belki de ilk düğünde etrafımdaki herkesi, her detayı hatırlıyor olmak garip bir mutluluk verdi, bir çeşit gurur gibi, saçma biliyorum :)

Vapura bindiğimde hala hafiften yağmur atıştırmasına rağmen dışarıda oturmak istedim. Onbir ay sonra ilk vapur gezimde boğazı izlemem şarttı! Ve hiç beklemediğim bir şey oldu. Denizin üzerinde usul usul ilerlerken, geride bıraktığımız bembeyaz köpükler, ileride kız kulesi, karşıdan geçen bir başka yolcu vapuru, arkada Boğaziçi köprüsü... bir anda gözlerime yaşlar doldu...

Bunca senedir bir çok defa İstanbul'dan uzun süreler ayrı kaldığım oldu ama ilk defa bir vapur yolculuğunda İstanbul'u izlerken ağlamaya başladım. İstanbul çok değişik, çok başka bir şehir. Burda yetişmiş, burda çok uzun yıllarımı geçirmiş olmamın bunda çok büyük etkisi vardır eminim, ama İstanbulla aramda gerçek anlamda bir nefret ve sevgi ilişkisi var. Öyle ki ayak bastığım andan itibaren İstanbul beni hem gülümsetti, hem kızdırdı, hem duygulandırdı, hem ağlattı. Daha da değişik duygular yaşatmaya devam edecek bu gidişle...





Ceromu gelin ettik

İtiraf ediyorum, bu yazıdan önceki iki yazının ikisine de 'Ceromu gelin ettik' başlığıyla başladım. Ama sadece konuşurken değil yazarken de geveze olduğum için bir türlü konuya giremeyip bambaşka şeylerden bahsedince yazıları bitirdikten sonra başlıkları değiştirmek zorunda kaldım. Bunda uzun zamandır blog yazmıyor olmamın da etkisi vardır mutlaka.

Bu sefer konudan sapmayacağım, sadece Ceromun düğününden bahsedeceğim. Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi Türkiye'ye uçuşumu ertelememin en önemli sebeplerinden biri Ceronun düğününe yetişebilmekti. Bu aşk hikayesi ilginç ve romantik... Damat yabancı değil Kadıköy Anadolu'dan sınıf arkadaşımız, ama KAL'dayken merhaba merhabadan öteye çok da geçmeyen bir arkadaşlık yıllar sonra tesadüfler eşliğinde aşka ve ardından da evliliğe dönüştü. Ben şahsen bu olaydan çok memnunum, hem gelin çocukluk arkadaşım hem Ziya daha ne isteyim :) (Al işte düğünü neden kaçırmak istemediğime dair bir sebep daha!)

Jet lagden dolayı beş gündür sabah karşı uyanıp güne ancak öğlen başlayabildiğim için kuaför işini hallettikten sonra Gözde'ye ancak 5'e doğru gidebildim.Onun saçı, giyinme, makyaj derken çıkışımız 7'yi buldu. Nasılsa nikah 8'de, sadece kokteyli kaçıracağız diyerek çok da endişelenmeden gittik yol boyunca. Ama köprü çıkışında sağanak yağmur başlayınca ne olduğumuzu şaşırdık. 27 Ağustos tarihli bir düğünün açık havada planlandığını belirtmeme gerek yok sanırım... Beylerbeyi'ndeki Bosphorus Palace'a yağmurdan dolayı sıkışan trafik yüzünden sekizi biraz geçe ulaştık. İçimizde hala nikahı yakalayacağımıza dair bir umutla... Gel gör ki yağmurun bastıracağını anlayınca nikahı sekizi bile beklemeden kıymışlar. O yüzden taa Amerikalardan kaçırmamak için kastığım nikahı yağmur ve İstanbul trafiği yüzünden kaçırdım... Ama Ceromun her şeye rağmen gülen yüzünü ve enerjisini görünce insan hiçbir şeye üzülemiyor. Gelin bu kadar pozitifken bana üzülmek düşmez diye düşünüyor ister istemez...

Hem damat hem gelin KAL'li olunca düğün de ufak çaplı bir mezunlar gününe dönüştü haliyle. Sağ gösterip sol vuran, iki durup bir yağan yağmura rağmen eğlenceden hiçbir ödün verilmedi gece boyunca. Hatta yağmur her başladığında yalıya doluşan müsafirler bir süre sonra yağmuru tınmaz oldular ve yağan yağmur eşliğinde eğlence devam etti. Sonuç olarak diyebilirim ki fark vermeyi göze alıp bu düğünü kaçırmadığım için çok mutluyum... Islak ama komik, eğlenceli, sımsıcak bir düğün oldu...

Fotoğraf makinemi yanıma almayı unuttuğum için mecburen elimdeki fotonun fotosunu çekip buraya koydum!





Şoför Nebahat

Türkiye'ye geliş tarihimi çeşitli sebeplerle bir ay ertelemiş, uçuşumu 24 Ağustos'a almıştım. Çeşitli sebeplerden biri Nisan ayındaki San Francisco gezimizin üzerinden biraz daha zaman geçmesini istemem, yani bu sayede ikinci bir izin istemeye yüzüm olsun diye düşünmemdi. İkincisi ise Ceromun aylardır beklenen düğününü kaçırmama çabamdı. Gerçi Meriç'e göre birinci sebep tamamiyle hikaye, ikincisini desteklemek için uydurulmuş bir gerekçe :) Her ne kadar birincisi uydurma olmasa da ikinci olayın bu erteleme kararımda çoook daha önemli bir rol oynadığını itiraf ediyorum.

Düğün ben geldikten iki gün sonraydı. Düğün için planım sabah kuaför işimi halletmek ve daha sonra düğün saatine kadar olan kısmı Gözdemle geçirmekti. Ama tabii bu Amerika dönüşü jet lag etkisi hesaba katılmadan yapılmış bir plan! Geçtiğimiz Cumartesi itibariyle uyku düzenim altüst oldu.. O günden beri her sabah 3-4 civarı uyanıp, 7-8'e kadar ayakta kalıyorum. Sonra o saatlerde uykuya dalıp öğlene doğru kalkıyorum. Amerika'dan İstanbul'a dönüşün en sevmediğim yanı bu işte. Yıllarca jet lag de neymiş sosyete misin sen diye dalga geçtiğim Meriç'e burdan bir özürü borç bilirim.

Neyse sonuç olarak düğün günü kuaföre anca öğlene doğru gidebildim. Elimde beğendiğim modeller (hepsi biribirinden kısa!) bakalım kuaför bu sefer saçlarımı bu kadar kısa kestirmeme izin verecek mi diye merakla bekliyorum. İşin aslı bir sene önce Amerika'ya yerleşmeden önce de saçlarımı erkek gibi kısacık kestirmek istemiştim ama kuaförüm nedense o zaman o kadar kısa saça onay vermemişti. Demek ki içimde kalmış. Bu sefer inatla kısa istiyorum, çok kısa ona göre... diye bir giriş yaptım. O da yüzüme yakışacağına inanmış olmalı ki bu defa olur bu saç sana diyerek istediğim modeli yaptı. İşte yeni halim:


Ben sonuçtan çok memnun kaldım. İki köpük sürüp dışarı çıkabileceğim bir saç benim için her zaman en ideal saç olmuştur. O yüzden hevesimi alana kadar bu saçla devam etmeyi düşünüyorum. Zaten bir yılda anca uzayacağını düşünürsek o zamana kadar hevesimi almış olurum herhalde :)

Eve dönüş

İstanbul'a geleli beş gün olmasına rağmen az zamanda çok işler başardım, ne mutlu bana. Yolculuk fena geçmedi. Fena geçmedi diyorum çünkü 11 saatlik bir uçak yolculuğunun iyi geçmesi gibi bir ihtimal yok, bu kadar uzun bir yolculuk ancak fena geçmeyebilir!

Havaalanında Meriçle vedalaşırken yine gözlerim doldu. Ben herhalde küçükken çok havaalanı ayrılık sahnesi izledim, havaalanından her uğurlanışımda gözlerim doluyor, ayrıldığım yer ve ayrılık süresinden bağımsız bir ağlama hali bu. Haliyle Meriç de 'Adet yerini bulsun diye ağlıyorsun di mi, 19 gün sonra yine beraberiz çünkü' dedi gülerek.

Yanıma şöyle hoş sohbet bir Amerikalı düşse de yol boyunca arada sohbet etsek bari derken nereli olduğunu anlamadığım ama İngilizcesi 'Thank you, please, ok'den ibaret bir teyze denk düştü şansıma. O yüzden muhabbete girmeye hiç çabalamadım bile. Bol bol su içip kendimi sık sık tuvalete gitmeye zorlayarak -bu sayede mecburen hareket etmiş olurum fikriyle- ara ara kestirmeler, okumalar, müzik dinlemeler eşliğinde 11 saatlik çilemi tamamladım. Bence dünya üzerinde hiçbir insan oturarak uyumaya zorlanmamalı, bir an önce şu ışınlanma olayını keşfetmeli insanoğlu...





16 Ağustos 2012 Perşembe

Kısa bir ara

Yeni bir blog acma asamasindayim su aralar.. Ilk baslarda oraya daha cok yogunlasabilirim, ama bu demek degil ki bu blogumu askiya aliyorum. Sadece yazilarimin sikligi biraz dusebilir. Bu yeni blogda anonim olacagim icin simdilik adres veremiyorum. Belki ileride orayi da desifre etmeye karar veririm, ama henuz degil. Ikinci blogum tek bir konuyu kapsayacagi icin hayatimin geri kalani icin yine ilk goz agrim olan bu bloga gelicem... Amma mistik oldum yahu, anonim bloglar falan :)

Bu cumartesi liseden cok yakin bir arkadasim Ekin bir yilligina New York'a geliyor. NYU'da postdoc yapacak. Ev bulana kadar bizde kalacak. O geldikten bir hafta sonra Turkiye'ye ucuyorum. Yani su ara gundem baya yogun. Hiii bir de Berkeley'de tanistigimiz Meksikali bir cift ben Turkiye'ye gitmeden uc gunlugune bize gelecekler. Hizli bir ay bizi bekliyor.. Hareket demek yeni blog yazilari demek :) Hadi bakalim...

24 Temmuz 2012 Salı

Little Miss Sunburn!

Meric and I literally burned ourselves this weekend. I don't remember the last time I felt so miserable. My skin is red, itchy, dry, rough, burning! All at the same time. We move like a RoboCop couple at home, avoiding any sort of physical contact! I can't believe how on earth I could make such a mistake... I have allergy to a thousand things and sun is not an exception. All my life I've put on at least 30 SPF sun-protection cream on the beach, kept myself under shade and avoided sun bathing as much as possible.

But this weekend apparently I had a short time memory loss!! I used just a 15 SPF sun cream before we left for the beach. Although from previous painful experiences I know salty water invites dreadful sun burns, I didn't bother looking for a shower after swimming. And as if that was not enough I put on sun cream only once after swimming and only on my front body. Then I lied prone on my towel and fell asleep in that position! Why Why Why?!! I keep asking myself! Did I suppose after I was able to have my ears pierced, I got suddenly immune to any kind of allergy??!  Did I assume the sun in New York does not burn? Did I believe Atlantic Ocean has no salt in it? Or did I forget all about those painful sun burn memories?

No clue.... I just know  I couldn't go to work yesterday because I couldn't move! It is as if somebody ironed me on the back! Or somebody is putting a thousand needles on my shoulders, my legs and my feet!

I wish I could write here some happy, fun memories from Sunday.. Like how much I enjoyed the waves in the sea, the lovely weather, the peaceful sleep on the beach (argghhhh that sleep!) or how happy I was to see Chesley after a long time. But I don't have the motivation to talk about any of those, all I can think of now is how stupid I am!

Anyway here are some photos from the beach. Maybe later they help me recall the good memories, after my pain relieves... Hopefully! 


19 Temmuz 2012 Perşembe

Ates Dustugu Yeri Yakar

Amerika'da filmlerde gormeye alisik oldugumuz o sari okul otobuslerini her yerde gorebilirsiniz. Bu otobuslerden birine bir ogrenci binerken veya inerken otobusun yan tarafindan kirmizi bir stop isareti kalkiyor. Cocuk sagsalim arabadan inene veya arabaya binene kadar bu isaret havada kaliyor, ve bu esnada yoldaki tum araclar olduklari yerde kaliyorlar.

Bugun sokakta yururken bir okul otobusunun bir evin onunde durdugunu gordum. Dur isaretini kaldirdiginda abartmiyorum 30 metre otedeki arabalar dahi sanki zaman durmus gibi olduklari yerde 5 dakika boyunca kaldilar. Ne zaman ki otobusun tabelasi asagi indi ve kirmizi isiklar sondu, o zaman trafik kaldigi yerden akmaya devam etti. Bu aslinda cok basit ve uygulanabilir bir kural degil mi? Ehliyet sinavinda olmazsa olmaz bilmeniz gereken kurallardan biri buymus. Zaten ne kadar onemli oldugu kurala uymayanlara uygulanan yaptirimlardan da belli. Kurala uymadiginizda para cezasinin yaninda bir sureligine ehliyetinizden de oluyorsunuz, dikkatinizi cekerim ortada hic bir kaza olmasa dahi...


Bugun sahit oldugum bu olay bana ister istemez gecen gun gazetelerde okudugum Feneryolu tren istasyonundaki korkunc kazayi hatirlatti. Bir anne bebek arabasiyla vagona binmeye calisiyor, tren kapisi bebek arabasinin ustune kapaninca kadin arabanin kolunu birakmadigi icin raylara dusuyor ve hareket eden trenin altinda hayatini kaybediyor. Bu bahsettigim iki olay birbirinden farkli gozukse de, bence ikisi de ayni soruya cevap veriyor: Bir ulkede insan hayatina ne kadar onem veriliyor?

Oncelikle sunu soyleyim. Kendimi hic bir zaman Turkiye'deki her turlu uygulamaya muhalif, Bati'nin yaptigi her seye hayran, ve Turkiye'yi elestirmek icin bahane arayan biri olarak gormedim. Sadece vicdanimin sizladigi, icimin parcalandigi bu gibi durumlarda kendimi magdur insanlarin yerine koyup nutkum tutuldugunda, bogazima bir sey dugumlendiginde kendimi ulkemdeki duzene delicesine isyan ederken buluyorum. Insan hayatinin bu kadar ucuz olmasini aklim almiyor. TCDD'nin "kadinin bebek arabasinin kolunu birakmak istememesi olumune sebep olmustur" aciklamasinin o ailenin acisini nasil daglayacagini, nasil bir caresizlige ve nefrete surukleyecegini dusunup cildiriyorum.

Ates dustugu yeri yakar. Birbirimizin acisini kendi acimizmis gibi hissedebilseydik basimiza tedbirsizlikten dolayi gelen kazalarin buyuk bir kismini muhtemelen engellemis olurduk. Ama en azindan insan olarak empati kurma gibi bir yetimiz var. Insanlarin basina gelen olaylardan sonra sacmasapan aciklamalar yapip, bir canin ne kadar edecegini hesaplayip, anlamsiz tazminatlar odeyecegimize bu trajedilerin olmasini engelleyecek duzenlemeler getirmek, insan caninin soz konusu oldugu yerde en agir yaptirimlari uygulamak bu kadar zor olmamali.. Ve biz boyle olaylara isyan ettigimizle kalmamaliyiz..

13 Temmuz 2012 Cuma

Oturmaya mi geldik

Bunaltici sicaklar bastirdigindan beri once off puf diyerek aksam kosularima devam etmeye calistim. Bir sure sonra haftada dort kosu dustu haftada ikiye; sonra aman off nefes alamiyorum, yarin sabah 6'da kalkar, sabah serinliginde kosarimlar basladi, zaten o noktadan sonra haftada iki kosu oldu haftada sifir!

Hayatimdan sporu cikarmami avuclarini ovusturarak bekleyen kilolarim bu firsati kacirmayip hemen taarruza gectiler tabii. Baktim bu gidisin sonu iyi degil, gozumun onunde bir bucuk ay sonra Turkiye'de maruz kalabilecegim "ay Amerika yaramis Aycacigimmm" tarzi sahneler canlaniyor, spor salonuna yazilma fikrini acil gundeme getirdim. Gundeme getirdim dediysem, hadi hemen spor salonuna yazilalim, cok guzel olacak, super fit olacagiz, oh mis! seklinde bir emrivakiden bahsediyorum...

Once bizim eve yirmi dakika mesafede bir salona gittik. Oradaki cocuk bir hafta ucretsiz deneme hakkiniz var deyince, her ne kadar icimdeki bilmis ama aptal bir ses "spor salonunun nesini deniycem canim kosu bandi, bisiklet her yerde ayni iste, temiz olsun yeter.." diye vidi vidi yapsa da, son anda duymazliktan gelip, test surusunu kabul ettim.

Salonu ilk kullandigimiz gece saat 9 bucuk civariydi. Ilk gozume carpan kadin/erkek oranindaki dengesizlik oldu, 2'ye 25.. Hadi gozum beni yaniltmis olsun, 2'ye 20 diyelim. Bu arada salonda bana eslik eden diger hemcinsim abarti makyaji ve oldukca iddiali, dekolte spor kiyafetiyle ayri kulvarlarda oldugumuzu cok net ortaya koyuyordu. "Herhalde gec oldu diye boyle..." diyerek Polyanna tavrimi takindim once. Ikinci gelisimizi bir iki saat daha erkene denk getirdik. Ama yine belden yukarilarindaki balonlar sayesinde her an tavana yukselecekmis hissi veren erkeklerin sayisi yirmiyi gecerken, ben ve yurume bandinda tingir mingir yuruyen yasli bir teyze ortamdaki kadin sayisini ikiden yukari cekemedik. Bu sefer aman canim kimsenin donup baktigi yok, hepsi erkek olsa noolur, rahatsiz etmedikleri surece... diyerek iyimserlikte ikinci asamaya gecmistim ki ertesi gun Emre'nin "sizin eve daha yakin baska bir gym daha var, orasi daha guzel bir yere benziyor" demesiyle kendimi ilk firsatta diger salona kayit olurken buldum!


Bu yeni salona bayildim! Burasiyla aniden bir gonul bagi kurmus olmamda referans olarak testesteron seviyesi tavan yapmis olan ilk salonu almamin da etkisi olmustur mutlaka. Her biri bir kazan ispanak yemis Temel Reislerin asik attigi diger salona gore burasi ayda sadece $10 daha fazla aliyor ve bizim evden sadece 10 dakika yurume mesafesi. Ayrica fitness salonunu sinirsiz kullanmak disinda her gun farkli farkli grup egzersizlerine de katilma imkani sagliyor. Ve en guzeli, kucuk capli bir kadin hareketi baslatacak kadar bir kadin nufusu her daim salonda mevcut... Oh be...

Kayit oldugum ilk haftanin gazi ve heyecaniyla son dort gunde uc kere gittim salona! Resepsiyondaki cocuk coktan "ya parasini cikarmaya calisiyor ya da spor bagimlisi yazik" diye dusunmeye baslamis olabilir. Ama spor salonundaki aletler o kadar eglenceli ki bir onceki salonu gormeye gittigimizde "deneyecek ne var canim" diyen ic sesime kizilcilik sopasiyla dalmak istiyorum. Neyse ki kendimi ciddiye alip oraya ilk seferde kayit olmadim!

Dun ilk defa bir Zumba sinifina gittim. Bu zumba denen sey son yillarda pek bir moda oldu. Ben zumbanin, aerobik diyince aklina Jane Fonda, Hulya Avsar tarzi fosforlu mayolar, spor bandindan fiskiran permali saclar, ve 80'lerin dim tis dim tis disko muzikleri gelen kayip bir nesli spor salonuna geri cekmek icin icat edildigini dusunuyorum. Zumba dersinden sonra benim aerobige bakis acim resetlendi mesela. Kipir kipir latin muzikleriyle onumde bir esneklik abidesi olarak kalcalarini bir o yana bir bu yana savuran hocamizi izleyip ayak uydurmaya calisirken bir an onu Jennifer Lopez kendimi de Lopez'in ekibine torpille girmis bir dansci gibi hissettim. Kareografiyi anlayip hocaya bakmadan bir iki figuru kotarinca, insan vayyy bee icimdeki Latin uyandi diye aklindan gecirebiliyor. Yine de basari sarhosu olmayacagim, disiplinimi bozmayacagim, her gun daha cok calisip bir gun Jennifer Lopez olmasa da Thalia'nin arkasinda dansedebilme umuduyla zumba derslerine devam edecegim. (Thalia'nin kim oldugunu unutmus olanlar icin buyrunuz ufak bir hatirlatma)

Son olarak zumba dersini yarida kesip siz oynamaya devam edin ben blogum icin cekim yapacagim diyemedigim icin yazimi internetten asirdigim bir zumba videosuyla susluyorum. Yalniz biz disaridan boyle mi gozukuyorduk ondan pek emin degilim :)



6 Temmuz 2012 Cuma

4 Temmuz Kutlamalari Nasil Abartilir?

Amerika'nin 4 Temmuz kutlamalarini abartacagini tahmin ediyordum ama bu kadar buyuk bir govde gosterisi beklemiyordum! Amerika'nin en buyuk alisveris magazalarindan biri olan Macy's 36 senedir 4 Temmuz kutlamalari icin Hudson Nehri'nin uzerinde havai fisek gosterileri duzenliyormus.

Simdi havai fisek gosterisi deyince benim aklima bazi yaz aksamlari bizim Maltepe'deki evin mutfak camindan gordugumuz, sahildeki dugunler icin atilan uc bes dakikalik gosteriler geliyor haliyle. Annem havai fisek patlamasini her duydugunda heyecanlanir, fisekler her renk degistirdiginde ovvvv bu cok guzel, ayyyy bu en guzeli diyerek camdan izlerdi. Dunku havai fisekleri izlerken bunu gorse heyecanini nasil ifade ederdi acaba diye dusunmedim degil.

Gun icinde gosteriye gidip gitmemek konusunda cok kararsiz kalip trene on dakika kala gitmeye karar vermemiz ve apar topar kendimizi disari atmamiz takdir edilesiydi. O telasla fotograf makinesinin pillerini kontrol etmemem, ve Manhattan'a indigimizde bos oldugunu farketmem ise kelimenin tam anlamiyla trajikti. Neyse ki yanimda iPod vardi da onunla iki uc parca bir sey cekebildik.

Havai fisek gosterileri Manhattan'in bati kiyisindaki Hudson Nehri'nde dort ayri noktada yapiliyor. Nehrin kiyisina 100-150 metre kala polislerin sokaklari bariyerlerle kapattigini ve insanlari daracik bir kapidan teker teker aldiklarini gorduk. Basta can sikici bir uygulama gibi gozukse de izdihami engellemek icin yapildigini dusununce insan cok da sikayet edemiyor. Her zamanki zihniyetle bu kadar yol geldik sansimizi deneyelim diyerek bariyerlerin onundeki onlarca kisiyle birlikte beklemeye koyulduk.

Sokaga girdigimizde gordugum manzara bana insanlarin bu olayi ne kadar ciddiye aldiklarini dusundurdu direk... Bazilari portatif sandalyelerini acmis, cocuklarini kucagina almis; bazilari piknik ortulerini yere sermis, yanlarina yiyeceklerini depolamis, bazilari da bizim gibi aceleden icecek bir sey almayi bile akil edememis, elinde kamerasi/telefonu her haliyle turist oldugunu belli ederek gosterilerin baslamasini bekliyordu. On bes dakika sonra Amerikan bayragi rengindeki ilk fiseklerle birlikte sov basladi.

Asagidaki amator cekim bize ait, gosterinin sonuna dogru fiseklerin nasil costugunu gorebilirsiniz. Onun altindaki videoyu YouTube'da buldum. Orada fiseklerin renkleri, ihtisami daha net belli oluyor. Yaklasik bir kirk dakika alkislar, isliklar, U -S -A cigliklari arasinda surdu gosteri. Daha sonra vatanseverlik katsayisi oldukca yukselmis bir insan seli ile birlikte trafigi felc ederek, ve muhtemelen soforlerden bin bir turlu beddua isiterek, sehrin sokaklarina dagildik.








5 Temmuz 2012 Perşembe

Uzun lafin kisasi...

Su aralar kisa oykulere sardim. Is cikisi tren istasyonuna kadar yirmi dakikalik bir yuruyusum var. Gecenlerde yururken uzun zamandir dinlemedigim bir podcasti yeniden kesfettim: "Selected Shorts". Cumartesi aksamlari Amerika'nin onde gelen aktor ve aktrisleri klasik veya cagdas kisa oykuleri sahnede seslendiriyorlar. Program ayni zamanda radyodan (WNYC) canli yayinlaniyor. Her program icin belli bir baslik altinda iki uc oyku seciliyor ve yaklasik bir saatlik bir dinleti sunuluyor. Cumartesi gecesi dinleme firsatiniz yoksa bir onceki haftanin programina suradan ulasabiliyorsunuz. Ya da iTunes'da arattirip, podcastine uye olarak programlari duzenli olarak takip edebilirsiniz. Tabii ki her oyku, her seslendirme ayni olcude carpici degil. Bazen vasat bir oyku seslendirenin olaganustu yetenegi ile cok farkli bir deneyim yasatabiliyor. Ya da guzel bir oyku monoton bir okumaya kurban gidip hakettigi etkiyi birakamayabiliyor. Ama eger ki oykunun dili, okuyucunun performansi, bir de dinlerken ki modunuz uyumlu ise o zaman dort dortluk bir keyif oluyor..

Bu programda dinledigim ve etkilendigim birkac oyku beni uzun bir aradan sonra tekrar oyku kitaplarina yonlendirdi. Ilk olarak Lynbrook kutuphanesinden Raymond Carver'in Short Cuts adli oyku kitabini aldim.Yazar kitapta genel olarak toplumun alt ve orta tabakasindan insanlarin hayatlarini anlatmis. Diyaloglarin gucu, karakterlerin tavir ve davranislarindaki ani kirilimlar, hic beklenmedik bir anda gelen carpici sonlar... Kisaca oykuler kisa oykulerden bekleneni fazlasiyla karsiliyor. Yalniz simdiden uyarayim oykuler biraz karamsar. Hemen hemen her oykude ya bir huzun, ya bir trajedi ya da bir mutsuzluk var (O yuzden mi bira esliginde okuyorsun kitabi diyebilirsiniz, ondan degil, resmi cektigim gun hava cok sicakti, soguk bir biraya hayir diyemedim). Baktim her oykuden sonra bana bir durgunluk gelmeye basladi, kitabi yatmadan once okumaya basladim. Ozet olarak, oyku sevgimi percinlestirdigi icin sevdim kitabi.



Raymond Carver'in ardindan taa Turkiye'den gelen ve Mericle benim adima imzalanmis oldugu icin ayri bir onemi olan Cemil Kavukcu'nun Uzak Noktalara Dogru adli oyku kitabini okudum. Bu kitaba tam anlamiyla bayildim! Kitaptaki oykulerin her biri kendi icinde ayri bir oyku ozelligini tasisa da hepsini bir butun olarak da okuyabilirsiniz. Cemil Kavukcu'nun hafif esprili, icten, akici, zaman zaman huzunlu harika bir anlatimi var. En sevdigim oykulerden kisa olan birini dayanamadim bloga yazdim, okumak isteyenleri buyrun suraya alayim :) Tadi damaginizda kalan, okurken neselendiren, sonunda azicik icinizi burkan bir oyku...


Oyku hevesim tam gaz devam ediyor. Su anda blogumu Lynbrook kutuphanesinde yaziyorum. Farkli ulkelerin yazarlarindan cagdas kisa oykuler iceren bir antoloji buldum, az sonra onu alip evin yolunu tutucam. Bakalim bu sefer ne gibi oykuler bekliyor beni, merakla bekliyorum...

Not: Bu arada oyku kitabi onerisi olanlar varsa duymayi cok isterim...
 


"Susunuz Kuslar Susunuz"


 

     Yabancisi olmadigim bir icki masasinda, Sari'nin yani basinda, S.'nin karsisinda oturuyorum. Dinliyor, dinliyor, guluyorum. Bu gecenin serefine, diyorlar. Nasil bir serefin uygun goruldugunu tam olarak bilmedigim gece icin raki dolu kadehimi (bir cay bardagi bu) kaldiriyorum. Cok guzel arkadaslarim, iyi gidiyorsunuz. Beni utandirmadiniz. Sandalyeye coker cokmez bir seyler sordunuz, abuk sabuk konular actiniz da beni sikintidan kurtardiniz. Cekingenimdir bilirsiniz. Hele boyle ortamlarda... Simdi muzik calin, bir seyler yapmaniz gerek cunku. Boyle odun gibi durmamalisiniz.

     Mutfaktan bardak bardak parfum kokusu uzatiyor, tanimadigim birtakim kizlar. Biz bu geceler icin yaratilmisiz, diyorlar kulagima usulca. Cok guzel, diyorum. Arkada, karanlik bir koseden, biz bu gecelerde karanlik koselere cekilip dertli pozlar takinmak icin yaratilmisiz, diyen basibozuk sesler duyuyorum. Fisildasanlar da var. Arada kahkahalar patliyor.

     Bu bir avlu muharebesi mi, diyorum, bu agustos ayinda, boyle bir cumartesi gecesinde...
     Guluyorlar. Biri agzima kocaman bir dilim kavun sokusturuyor, bir baskasi catalin ucundaki peyniri uzatiyor. Bosalan bardagima raki dolduruyorlar.
     Kambur kadin gozunuze carpti mi? (Su muzigi kisar misiniz) Mutlaka gormussunuzdur, tul perdenin ardindan dans edenlere bakiyordu.
     Sen onu bosver, diyorlar, bu gecenin serefine!
     Yarasin.
     Sesi bozuk birinin (yani basimdaki Sari da olabilir) miriltiyla basladigi sarki, duzensiz bir koroya donusuveriyor:
 
     susunuz kuslar susunuz
     otmeyin ne olursunuz 

     Kambur kadin, tulu aralayip bana bakti, diyorum.
     Bos ver, diyorlar bir agizdan. Tempo tutarak: Bos-ver... Bos ver...
     Taratora bulanmis ekmek sokusturuyor bir agzima, bir baskasi acili ezme...
     Sen de dansa kalkmalisin, diyorlar.
     Neden?
     Cunku bir dugundeyiz. Dans etmezsen ayip olur.
     Kimin dugunu?
     Onemli mi, diyorlar. Hadi bak her seyi ayarladik; yalnizca kucuk bir bas devinimiyle onu selamlayip dansa buyur edeceksin.
     Yapamam, diyorum, hem ben dans etmesini bilmem ki!
     Serefine! Bu gecenin serefine!

     Biri kofte sokusturuyor agzima, bir ekmek tikiyor, bir baskasi cacik uzatiyor. Oksurmeye baslayinca sirtima vuruyorlar: Helal! Helal! Helal!
     Sarardin, diyorlar.
     Bilirsiniz, yuzum oldum olasi saridir, diyorum. Dilim pelte pelte, konusmakta gucluk cekiyorum. Kafam da daginik. Ustelik basim donuyor. Kalkmaya yelteniyorum. Omzumdan bastirip oturtuyorlar.
     Artik gideyim, kotuyum.
     Biz seni gotururuz.
     Koluma giriyorlar. Sozcukleri yuvarlaya yuvarlaya soruyorum:
     Bir avlu muharebesi miydi?
     Yok, diyorlar, bir dugundu.
  
      Saatler sonra, gozlerimi genis bir yatakta aciyorum. Ilk duyumsadigim, siddetli bir bas agrisi; sonra da, yatakta yalniz olmadigim. Yanimda, dizlerini karnina dogru cekmis bir cocuk gibi, kambur kadin uyuyor. Yatagin karsisindaki duvarda ise, bir civinin ucunda, ozenle askiya asilmis gelinligi goruyorum.
     

3 Temmuz 2012 Salı

"Baska dilde ask"

Bugune kadar ayni muzeye birden fazla gittigimde yanimda mutlaka ya bir turist arkadasim ya da Egitim Gonulluleri'ndeki cocuklarim olurdu... Bir keresinde mastirdan bir arkadasim Istanbul'a ziyaretime geldiginde bu isin bana pahaliya patlayacagini anlayip muze karti cikarttirmistim. Ama nedense o karti hic tek basima kullanmak nasip olmadi.


Turist rehberi kimligimi bir kenara birakip benim New York'a ilk turistik gelisim ise 2010'a denk geliyor. Sansima baharin hakkini veren bir Mayis ayiydi. Gunesli, hafif ilik, insani sokaklara, parklara cagiran bir Mayis. Guzel havanin cazibesine direnebildigimiz bir gun gezi planimiza Metropolitan Muzesi'ni ekledik. Muzenin onundeki genis merdivenlerden ilk cikisimi, giriste antik Yunan yapilarini andiran kolonlarin arasindan gecisimizi; yuksek tavanli, los resepsiyonda etrafi icime sindirmek icin soyle bir durdugumu hatirliyorum. Sag taraftaki giselerin arkasindan iceri ilerleyince masal baslamisti.

2 yil onceki o ilk karsilasmanin ardindan cektigim videoyu bu yaziyi yazmaya koyuldugumda eski resimlerin arasinda dolanirken buldum. Daha Penn Station ile metro arasindaki farki ayirdedemedigim gunler belli ki :)



Metropolitan'a ne kadar gidersem gideyim sanirim ilk bolum olan Misir Uygarligi'ni hic bir zaman es gecemiycem. Ya burasi muzede beni ilk buyuleyen yer oldugu icin aramizda bir gonul bagi olustu ya da benim Misir uygarligina karsi bu yasima kadar bilmedigim bir ilgim varmis da haberim yokmus. Bunda tabii sesli rehberin inanilmaz payi var. Herhangi bir odaya girer girmez sesli rehber sizi bugunden alip o odadaki eserlerin oldugu zamana goturuyor. Farkli eserler hakkinda bilgileri kuratorlerden, sanat elestirmenlerinden o donemi canlandiran seslendirmeler, fon muzikleri esliginde bazen de eseri olusturan karakterlerin kendi agzindan dinliyorsunuz. Eger kendinizi fazla kaptirirsaniz asagidaki kolyeyi Kleopatra boynundan yeni cikarmis da aynasinin onune asmis sanabilirsiniz. Ya da boyle bakmaya devam edersem su papirusde yazanlari okumaya basliycam galiba moduna girebilirsiniz. Hatta Antik Misir'da bir kralicenin heykelini izlerken olumunden sonra ona ait her seyi yerle bir eden atlilarin sesini duyup urperebilirsiniz...





Misir bolumunu bitirdikten sonra benim en cok zaman gecirdigim yerlerden biri olan American Wing kismi geliyor. Bu bolum 1800'lerde yapilmis olan ve 1900'un ilk yillarinda yikilmak uzereyken muze mudurunun verdigi teklif ile bozulmadan sokulup muzeye monte edilen Branch Bank'in on yuzu ile aciliyor. Avlu havasi verilmis on tarafta ise Amerikan tarihinin belli basli heykellerini gorebiliyor, hikayelerini dinleyebiliyorsunuz. Burada daha da cok vakit gecirmek isterseniz yandaki kafeteryaya gecip ogle yemeginizi yerken, etrafi izlemeye devam edebilirsiniz. Ben ogle yemegimi burda yiyecek sekilde denk dusurdum. Bu avluda saatlerce oturabilirmisim gibi geliyor bazen.




Dedigim gibi uc kere gelmis olmama ragmen Metropolitan'da gormedigim daha nice eserler olduguna eminim. Muzik enstrumanlari bolumune girmek anca bu sefere nasip oldu mesela. Bu bolumde farkli cografyalarin enstrumanlari sergileniyor. Orta Dogu, Japonya, Cin, Afrika, Avrupa'ya ait enstrumanlarin farkliliklarini ve benzerliklerini izlerken bugune kadar sesine asina oldugunuz fakat tipini hayal bile edemediginiz aletlerle karsilasabiliyorsunuz.


Bes saat sonra artik aldigim keyfin bacaklarima soz geciremedigini anlayinca donus vaktinin geldigini anladim. Muzeden cikarken yine ayni hisse kapildim, bir muzeye asik olacagim hic aklima gelmezdi.

24 Haziran 2012 Pazar

31 saat dogumgunu cocugu olmak

Amerika ile Turkiye arasindaki 7 saat farka saydirmadigim, bilakis keyfini cikardigim tek bir gun oldu su ana kadar, dogumgunum. Dogumgunume Turkiye saatiyle girip Amerika saatiyle cikarak 31 saat dogumgunu cocugu olmanin keyfini surdum bu sene.

Meric gectigimiz hafta bu cumartesi icin bir surprizi oldugunu soyledi. Surpriz yapma konusunda ben kendime 10 uzerinden 2 veriyorum. Zira aldigim hediyeleri dogumgunlerini beklemeden verme, ne oldugunu agzimdan kacirma, ya da kor gozum parmagina ipuclari verme gibi aliskanliklarim var. "Sana bir sey aldim ama soylemem.. Bu arada dun begendigin o seyi alma yakin zamanda" gibi... Meric de bu sene planladigi surprizi onceden soylemek zorunda kaldi, ama onun soylemesi benimki gibi sabirsizliktan degil hediyesi onceden hazirlik gerektiren bir aktivite oldugundan. Amerika'da kutladigim ilk dogumgunumde hediye paketimden Manhattan etrafinda yelkenliyle iki saatlik bir tur ve New Yorker Otel'de bir gece cikti! :)


Ilkokula yeni baslayacakmiscasina bir gun onceden cantami hazirladim yine. Hani en son Berkeley'e Aylin'i ziyarete giderken bir daha asla boyle bir bavul hazirlamiycam demistim ya onu unutun, ben coktan unuttum cunku. Meric Cuma gecesi yatmadan hazirladigim cantayi gorunce iyi etmisin boyle bir canta hazirlamakla, otelde gecirecegimiz koskoca bir gunumuz var ne de olsa dedi. Ironiden anladigimi ve mesaji aldigimi gostermek icin birkac parca bir sey cikardim cantadan, agirlik namina pek bir degisiklik olmadi gerci.

Otele geldigimizde resepsiyonun onunde uzun bir sira vardi. (Bu sira bekleme olayi bende aliskanlik yapti, bakiniz) Beklerken sirada isi biten biri onumuzdeki cifte yaklasip bu bir haftalik metro biletini kullanamiycam, buyrun alin diyince Meric isyan etti. Sansa bak, bize niye kimse gelip boyle bedava bilet vermiyor, bir sira onde olsak biz alacaktik vs. diye homurdanirken, siradan cikan baska bir adam bize yaklasip bir haftalik iki metro bileti elimde kaldi, siz kullanirsiniz diyerek Meric'e uzatti! Yanda Meric'i ve temiz kalbini gorebilirsiniz...

Ayrica dun ogrenmis oldum, Amerika'da otel odalarina incil koymak gibi bir adet varmis. Odamizda incil vardi ama dis macunu yoktu maalesef!



Yelkenlimiz Seaport'tan denize acilacakti, Burasi Manhattan'in guneydogu kiyisinda, Brooklyn koprusunun altinda yer alan bir liman. Liman olmasinin yaninda, etraftaki irili ufakli restoranlar, barlar, denize bakan oturma yerleri burayi hem turistlerin hem New Yorkulularin ugrak bir yeri yapiyor. Ozellikle yazin burasi her daim kalabalik, her daim bir hareketlilik var. Yelkenlimiz kalkana kadar burda bir restorana oturup bir seyler atistiralim dedik. Deniz kenarinda soguk biralarimizi yudumlayip yanimizdan gelen gecen kalabaligi izlerken bir an kendimi Galata Koprusu'nun altinda gibi hissettim (Tamam, bu sefer buradan Istanbul hasretine baglamiycam soz).

Galata Koprusu diil mi ama?

Saatimiz yaklastiginda limanin onunde gordugumuz siraya girdik (Evet yine sira!) Ama bu sefer siranin uzunluguna sinirlenmekten cok saskinlik vardi yuzumuzde, bu kadar insan nasil bir yelkenliye sigacaktik?? Elimizdeki biletlere baktigimizda ickili ve muzikli yaziyordu. Meric bunu okuyunca iyice killandi, yelkenlide icki ve muzik mi? Tam o sirada binmek uzere oldugumuz seyin yelkenli degil deniz motoru oldugunu farkettik! Bogaz turu yapan motorlara benzeyen araci gorunce suratimiz aninda dustu tabii. Meric, "bileti satarken tarihi yelkenli yaziyorlar, insaf bu mu yelkenli?!!" diyerek tam Amerika'nin pazarlama zihniyetine saldirmak uzereydi ki deniz otobusunun arkasindan bir yelkenlinin yanastigini gorduk. O zaman kaziklanmadigimizi ama yanlis bilet verildigimizi anladik. Meric ben yelkenli turu satin aldim arkadas, yanlislik manlislik dinlemem diyerek supervizor cocukla konusmaya gitti. Bu arada tarihi yelkenliye binmeye cabalarken ickili muzikli(!) deniz motorundan da olma ihtimalimiz vardi ama risk almaya deger dedik. Bes dakika sonra supervizor yelkenlide yer kaldigini, ona gecebilecegimizi soyleyince bir oh cekip 1885 yapimi yelkenlimize bindik.

dim tis dim tis deniz motoruna karsilik yillanmis yelkenlimiz

Buraya havalar guzelken gelecek arkadaslarla yapilacaklar listesine yelkenli gezisini de ekliyorum. Tam da hayal ettigim gibi huzurlu, keyifli, otantik bir deneyim oldu benim icin. Ama belirtmeden edemiycem yelkenlideki tayfanin olayi biraz fazla ciddiye aldigini dusunuyorum. "Bunu kaptana rapor etmeliyim" diye kosusturan cocuk olsun elinde durbunuyle surekli uzaklari izleyen eden kadin olsun bize her an Somali korsanlari tarafindan saldiriya ugrayabilirmisiz hissi verdiler sagolsunlar. Ama yine de Manhattan'in ve Ozgurluk Heykeli'nin gece manzarasi, aciklarda siddetini arttiran ruzgarla sisen yelkenlerimiz, denizin ustunde usul usul ilerlememiz, yuzumuze vuran ruzgarin verdigi sarhosluk ve mis gibi deniz kokusu, her biri asla unutmayacagim bu iki saate damgasini vurdu.



Yelkenli limana geri dondugunde limanin bindigimize nazaran cok daha kalabalik oldugunu gorduk. Onlarca cift limandan yukselen muzik esliginde salsa yapiyorlardi! Nasilsa yetisecek bir trenimiz yok diyerek kalabaligin yanindaki masalardan birine ilistik. Icecek bir seyler almaya gittigimde barda icine iki tane bira sisesi ters olarak konmus koskocaman margarita bardagini -pardon kasesini- gordum ve dogumgunu ickimin kesinlikle bu olduguna karar verdim! Yaklasik yarim saat sonra Margarita ve Extra Corona icimizdeki salsacilari uyandirinca kendimizi meydanda firil firil donerken bulduk. Ne kadar cok donersem o kadar iyi salsa yaptigimi sanarken, bir yandan Meric'e bundan sonra her hafta burdayiz diyordum...


17 Haziran 2012 Pazar

Central Park'da Shakespeare

Bu haftasonu ne yapsak diye internette bakinirken Central Park'da bir ay boyunca "Shakespeare in Central Park" adi altinda Shakespeare'in oyunlarinin oynanacagini ogrendim. Bu etkinlik New York'da 50 yildir suren bir gelenekmis. Bu sene de The Public Theater, Temmuz'a kadar Central Park'da uc ayri noktadaki acik hava tiyatrolarinda Shakespeare'in oyunlarini ucretsiz olarak sergileyecekmis. Meric ucretsiz oldugu icin insanlarin erkenden bilet sirasina girecegini, yer bulmamizin nerdeyse imkansiz oldugunu soyledi. Yine de sansimizi deneyelim dedik.

Bir onceki postta anlattigim kulak deldirme maceram aksam bes gibi bitti. Central Park'taki oyun sekizde baslayacakti. Parka gidip tiyatronun yerini bulmamiz altiyi buldu. Tiyatronun onunde uzayip giden siranin ne sirasi oldugunu bal gibi anlasak da giseye gidip bilet var mi diye sormaktan alikoyamadik kendimizi. Gisedeki kiz biletlerin oglen birde cikar cikmaz bittigini ama insanlarin gelmeyen olursa diye oyun saatine kadar sirada bekledigini soyledi. Arkama donup siraya soyle bir baktigimda icimden kac kisi gelmeyebilir ki diye gecirdim. Asagida uzayip giden kuyrugu ve kuyrugun nerelere uzandigini yeni farkeden beni gorebilirsiniz.

Amaninnnn!

Ancak gisedeki kiz bu sekilde bekleyenlerin cogunun genelde oyunlara girebildigini soyleyince baska bir planimiz olmadigindan bekleyelim bari dedik. Elimizde kitaplarimiz ve kahvelerimiz, bir yandan parkin mis gibi havasini solurken zamanin nasil gectigini cok da anlamadik acikcasi. Sekize on kalaya kadar bosa bilet ciktikca siradakileri teker teker iceri almaya basladilar. Tam onumuzde iki kisi kalmisti ki yetkili cocuk bundan sonra sadece tek kisilik yerlerin kaldigini, ancak ayri ayri oturabilecegimizi duyurdu. Onumuzde duran, her halinden yeni sevgili olduklari anlasilan cift ayri oturacaklarini ogrenince iki saattir bizimle birlikte bekledikleri halde oyuna girmekten vazgectiler! Bunu duyunca ister istemez sesli bir kahkaha kaciverdi agzimizdan, nasil bir asksa bir oyun suresince de olsa ayri kalmayi goze alamadi Cinli Romeo ve Juliet'imiz. Onlar siradan ayrilinca sira bize geldi, yetkili cocuga en azindan birbirine yakin siralarda bilet yok mu diye sordum. Cocuk sansimiza arada sadece bir koltuk olan iki bilet cikarip verdi! Asagida gormus oldugunuz arkadaslar da bosu bosuna oyundan vazgecmis oldular, zira iceri girince aramizda oturan kizi bir yana oturmaya ikna edip beraber izledik oyunu.


Oyun esnasinda fotograf cekmek yasak oldugundan gizli sakli sadece bir foto cekebildim. Tiyatronun havasini yansitabilmek icin diger fotoyu Google'dan arakladim:

  

Acik hava tiyatrosunun farkli bir deneyim olacagini kestiriyordum ama bu kadar guzel bir atmosfer olacagini tahmin etmemistim acikcasi. Izledigimiz oyun Shakespeare'in As You Like it (Size Nasil Geliyorsa) adli komedisi. Hani unlu bir soz vardir ya her yerde duyariz da Shakespeare'in hangi oyununda gectigini bilmeyiz (En azindan ben bilmiyordum): "Bütün dünya bir sahnedir; bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu". Iste o soz bu oyunda geciyormus meger... Oyunun yaridan fazlasi ormanda gectigi icin parkin yesilligi, kus sesleri, agaclarin hisirtisi oyuna dogal dekor oldu. Karakterlerin Ortacag Ingilizcesi ile konusmasina kulagimin alismasi zaman alsa da inanilmaz keyif aldim! Iki saat beklemenin sonunda boyle bir performans ile karsilasinca uc saat de olsa beklenirmis diyor insan. New York'da yaz ayri bir guzelmis cidden...


Deli deli kulaklari kupeli

Bebekken goz pinarlarim devamli aktigi icin ufak bir operasyon gecirmisim. Hemsire annemle babama, hazir bayginken kulaklarini da delelim isterseniz demis. Babama kalsa onayi verecekmis; ama ana yuregi ayik baygin dinlemez, annem el kadar bebenin kulaklari mi delinir demis razi olmamis. O gun bugundur kulak deldirmek benim icin bir turlu mutlu sonla bitmeyen sancili bir surec oldu.

Toza, gunese, asiri sekere, hani nerdeyse ucan kusa alerjim oldugu icin bazi metallere de alerjim olmasina sasirmadim. Gel gor ki blu cagina girdiginde isyan etmek icin bahane arayan kiza bundan guzel bunalim sebebi mi olur?  Ortakoy'de gezinirken taki tezgahlarindaki kupelere bakip bakip uzuldugumu hatirlarim. Nasil desem, "televizyonda çocuklar, kulaklarinda renk renk kupeler, birbirleriyle şakalaşıyorlar, aklımdan geçiriyorum: benim de kulagim delik olsa, benim de bir kupem olsa, anne bana niye almıyorsunuz , bende niye yok diyorum!" Aaaah ahhhh zor yillar...

Lise mezuniyetim yaklasirken kafaya koydum, kulaklarimi deldirip kupe takacaktim. Tabii bu karari mezuniyet balosundan iki gun once vermemis olmayi tercih ederdim. Insan onsekiz yasindayken, guzel olmak icin tek ihtiyacinin bir cift kupe olacagini sanabiliyor evet... Kulaklarimi deldirdigimin gecesi dinmeyen agri ve kizariklik bir seylerin yolunda gitmediginin sinyalini veriyordu ama ben gittikce buyuyen kulaklarima israrla kulak asmiyordum. Ertesi gun sag kulagim balon gibi sisince artik takacagim kupeden hayir gelmeyecegini anlayip aglayarak babama kostum; bir sey yap baba, bu hormonlu kulaklarla baloya gidemem! Babam zorlu bir operasyon ile kupeleri cikardi (detaylara girmiyorum ki okumayi yarida kesip gitmeyin). Kulaklarimi pudralayip, saclarimi da kulaklari kapatacak sekilde onume dusurerek geceyi kurtardim. Ama akillandim mi? Hayir.

Universite mezuniyeti oncesinde kupe takma sevdam nuksetti. Anladim ki sorun onsekiz yasinda olmakta degil bendeymis. Yasim ilerledikce alerjimin gitmis olabilecegine kendimi inandirip kulaklarima bir sans daha vermek istedim, tabii ki mezuniyet balosundan hemen once. Gecen bes yilin bana kattigi tek sey kulaklarimin sistigini cabuk farkedip, olaya erken mudahale etmem oldu. Bu sefer babama kosmadan, kendim buyuk bir hayal kirikligiyla kupeleri cikardim... Akillandim mi? Hayir.

Su an otuzbir yasimdayim. Alerjimin bir yere gitmeyecegini kabullendim. Ama sadece alerjim degil icimdeki kupe takamadigi icin uzulen ergen kiz da bir yere gitmiyor maalesef. Bir de insan kocasini her gun kulaginda kupesiyle karsisinda gorunce bu cocukluk travmasindan kurtulamiyor bir turlu. Kafaya koydum, ucuncu defa deneyecektim. Manhattan'da kulak delen ozel klinikleri arastirdim. Alerji tehlikesine karsi titanyum kupelerle kulak delen, sonrasinda anti-alerjik metallerden yapilmis kupe alternatifleri sunan bir tane buldum. Normal bir deldirmenin bes alti kati fiyati gozden cikarip bu klinige gelen bir ben bir de bebegini getiren annelerdi.

Sonuc hayli umit verici. An itibariyle kulaklarimi deldirmemin ustunden 24 saat gecmesine ragmen herhangi bir buyume ve zonklama yasamadim. Yoksa... Yoksa... Yillar sonra ben de kupe takabilecek miyim? Gozum aynada, merakla bekliyorum...




10 Haziran 2012 Pazar

Aldik elimize tornavidayi

Teknoloji gundemini uc adim geriden takip eden bana Amerika'ya geldikten sonra bir haller oldu. Ozellikle bu sektorde Amerika ile Turkiye arasindaki fiyat farkini gordukten sonra hic aklimda olmayan seyler icin bile alsam da bir kenarda dursa mi acaba diye dusunmeye basladim. Su ana kadar bir dijital tansiyon aletim, lazer isikli el fenerim, veya kalem kameram olmamissa bu irademe hakim oldugumdan degil sagduyumun sesini bastiracak derecede dusuk bir fiyatla henuz karsilasmadigimdandir.

Soz konusu elektronik cihaz merakimin yeni yeni yesermeye basladigi uc dort ay oncesinde, nerdeyse ilkokula baslayacak yasa gelmis olan diz ustu bilgisayarimin miyadini doldurdugunu farkedip buradan uygun bir sey almaya karar verdim. Ufak capli bir arastirmadan sonra tercihimi Cin mali olmasina ragmen piyasada iyi bir imaji olan, aradigim ozellikleri digerlerine gore daha uygun fiyata sunan Lenovo'dan yana kullandim. 

Bilgisayarim gecen aya kadar hic bir sorun cikarmadan calisti. Hatta goruntu ve ses kalitesi tahmin ettigimden de iyi cikti. Ancak yaklasik bir ay once bilgisayarin klavyesi ile ilgili tuhaf bir sorun yasamaya basladim. Klavyedeki bazi harflere bastigimda o harflerin yerine sacmasapan ekranlar, varligindan bile bihaber oldugum ayarlar acilmaya basladi. Bu ariza artik oyle bir seviyeye geldi ki misal blog yazarken bilgisayarimla kavgalarima sahit olan Meric n'olur benim bilgisayarimi kullan diye yalvarmaya basladi. Baktim bilgisayari kirmama ramak kaldi, iade etmeden once ayni dertten muzdarip baskalari da var mi diye bir internete bakayim dedim.

Iyi ki de bakmisim. Forumlarda bilgisayarina seytan girdigini iddia eden, bilgisayarini isyankarlikla suclayan, bilgisayarini kirmak icin en ideal cekicin hangisi oldugunu soran benim gibi dertli kullanicilarla karsilastim. Ama daha da onemlisi bu arayislarim esnasinda YouTube'da bu soruna buldugu cozumu paylasan Amerikali bir cocuga rastladim. Videoyu ilk izledigimde biraz tirsmadim dersem yalan olur. Cunku bahsettigim cocuk bilgisayari tamir etmek icin bilgisayarin klavyesini sokuyor, kablolari kaldiriyor, bir yerlere kisa devreyi engelleyici bir bant yapistiriyordu. Almanya'dayken bilgisayarima cay doktugumde tekrar acmaya korkan ben nasil olur da bilgisayarimi tornavidayla sokup tamir etmeye kalkisacaktim! Bu kararsizligim anca bir hafta surdu; bilgisayari iade etmeye ve yenisini beklemeye o kadar useniyordum ki sonunda Meric'i bu cerrahi operasyon icin ikna ettim.

Gerekli malzemeleri (tornavida, makas, selebant, anti statik bant ve hasta bilgisayarim) masada hazir edip bize yol gosterecek videoyu Meric'in bilgisayarinda izlemeye koyulduk, Benim hemsire gorevini ustlendigim bu operasyonda selebandi istenilen boyutta kesmek (ne cok kisa, ne cok uzun), ornek aldigimiz videoyu en kritik anlarda dondurmak, gerektigi noktada geri sarmak, Meric'in alninda biriken terleri silmek gibi cok kritik gorevlerim vardi. 45 dakikalik zorlu ama basarili bir mudahaleden sonra bilgisayarim duzgun calismaya basladi! Artik kendisi isyankar bir ergen degil, hangi harfi istersem onu yaziyor, kafasina gore ekranlari acip kapatmiyor, kisacasi bir dedigimi iki etmiyor.

Ozetle oyle bir devirdeyiz ki servise goturseniz belki yuzlerce dolar isteyecekleri bir sorundan bazen azicik bir internet arastirmasi, biraz da cesaret sayesinde sifir maliyetle kurtulabiliyorsunuz. Ama tabii bu anlattigim hikaye tamamiyle benim karsilastigim soruna ozel; sonra lutfen yahu actik bu bilgisayari, kapatamiyoruz bir daha, garantisi de iptal oldu, Ayca sen buraya nasilsa bir gun geleceksin diyerek kulagimi cinlatmayin, sorumluluk kabul etmem ona gore.